Hüzeyme Yeşim Koçak
Londra Günlüklerinin Esintileriyle
“Seyahatin ya da hicretin yerleşik alışkanlıkları, davranış ve düşünce kalıplarını değiştirip yok edici, eleştirel bir süzgeçten geçirici bir etkisi vardır. “Boşuma gezmişim yok tabiatta/ İçimdeki kadar iniş ve çıkış” dizelerinin peşinden gittim. Hâlâ geziyorum, içimdeki iniş çıkış mı çok, tabiattaki mi, bilmiyorum. Derin uçurumlar var.” (Ümit Savaş Taşkesen, Beş yıl Bir Ada Londra Günlükleri s. 195)
London Bridge, British Library, Blue Bell Hill, Tower Of London, Trafalgar Meydanı,,Hyde Park, Regents Park, Big Ben ve Elizabeth Kulesi, Parlamento Meydanı, Westminster Sarayı, Yunus Emre Enstitüsü….
Sıra dışı bir eser Londra Günlükleri(2010-2015); cazip, yeknesaklıktan durağanlıktan uzak, açılımlı, sizi de yeni fikri seyahatlere çıkaran. Zapt edeceğim cümlelerin altını çizeceğim diye kitaba epeyce kara çalındı(!).
Tarihten bugünden Londra fotoğrafları, maskelerin yırtılıp içyüzünün teşhiri, şehir kazıları. Taşı toprağıyla yoğun bir merak ve alâka konusu olan Şehir canlanıp, konuşturuluyor, Yazar mekânı yaklaştırıp, en azından anlamamızı sağlıyor.
Özelden eski yeni mazi köpürüşleri; zaman gelgitleri, münasip kıvamında bilgiler, zaman zaman kattığı şiirsellikle, hoş bir duygusallık; şehirde bir vakitler bulunmuş ve onu yalnız bırakmayan müstesna isimlerin, edebî eserlerin katkısıyla nereden baksanız zengin veciz bir anlatım. Kitap; sadece bir seyahat anlatısı değil, bir iç yolculuğun serüveni de.
Ailesi, çocuklukta Maraş’ta yakılan evi, Karl Marks gibi düşünürlere değişik bir pencereden bakış, nadir dünya okumaları.
Ümit Savaş sorgulayıp, bazen siygaya çekiyor; hem harici hem dâhili, eylemleri ile adımlarını, gidişatı.
İnancın, geleneğin, aidiyetin tazyiki; nerde olduğumuz, hangi tarafa yönelip durduğumuz, iz(lenim)lerin etkisi; sevgilerimiz ilgilerimizin, bizi bazen ömür boyu çelişkili yerlerde sabitleyip, konaklatması, tut(ukla)ması, düşünce atakları…
İçimizde ona yönelik bir duygu keşmekeşini yuvalandırdığımız Batıya ulaşmak…
“Bu bir hayale dokunuş, farklı ve henüz bitmeyen bir tecrübedir benim için. Her hayale dokunuş bir hüsranı da barındırır içinde “diyor Değerli Yazar, Dr. Ümit Savaş Taşkesen.
Arayışlar, derûni seyahat durakları, felsefi edebi çalışmaların tesiri, mütehakkim küresel kültür, yerinde izlemenin farkındalığı artırıp sathiliği aşmanın ve keşfin ayrıcalığı, “değiştirmek istediğin benlikten hicret, Allah rızası”, zaman gezginlikleri. Sayısız sebep, hareket noktası bulunabilir yolculuk içinde yol(cu)luklarda.
“Sevgilime Bir Mektup” diye başlıyor hüzünlü satırlarla eser. Fakat herhalde ayrılıklar, kalp sızıları da insanı terbiye edip, bize bahşedileni kıymetlendiriyor.
Yabancısınızdır ancak “Londra’yı görünce bir şaşkınlık, aynîlik yaşarsınız” diye bir görüşünü aktarıyor. Seyrettiğiniz filmler diziler, sevdiğiniz yazarlar, mevcut kültür sanat ortamı, cezbedici madde eşya taarruzu, abartılı beğeniler uzaklığı azaltır. Lâkin belki sonunda bir müdafaa, haysiyet ve şahsiyet zeminini, direnci kırma tehlikesine de maruz bırakabilir.
Nitekim Londra Günlükleri’nde, lisan öğrenme, rızık, mevcut vasata alışma zorlukları gibi kaygılar yanı sıra, köksüzlük devşirilme, kendi yörüngesini kaybetme gibi sıkıntılı elemli düşünceler onu huzursuz eder. Ruh akrabası İsmet Özel’i âdeta yanında gezdiren Taşkesen’in, Sezai Karakoç’un “Masal” şiiri de hep aklının bir köşesindedir.
Söz gelişi Dickens, Shakespeare gibi isimlere olan meftunluk veya başka alanların zirveleri sivrilmişleri, “demokrasi, özgürlük, has(!) medeniyet vurgusu, hazır bulamaç düşünce paketleri” sizi “İngiltere yahut Batı sevici yapar mı? Londra’da müzmin bir sevdalı olarak yerleşir kalır mısınız?
Üstelik günümüzde egemen güçlerle, şerri iktidarlarla hemen uyuşan ve uyuyan, gailesiz ortalıkta gezinip duran; “Hawai gömlekli turistler de vardır.”(Byung Chul Han, Hiper-Kültürellik)”
O yüzden hep sorgular Ümit Hoca, teyakkuz halindedir.
Mesela “Tarih boyunca birçok kişinin hapsedilip öldürüldüğü, işkenceden geçirildiği, aynı zamanda bir inancın mahkûmu kuzgunlarıyla da ünlü Tower of London, Londra Kulesini hayranlıkla seyredip fotoğrafını çekerken kendiyle bir hesaplaşma içindedir: “…onun zalim tarihini kutsamış, iktidarını, zulümlerini meşrulaştıran bir suç ortağı mı oluyorum. Kulenin içinde Beefeater’ları fotoğraflarken, Kraliyet Mücevherlerine hayran hayran bakıp kuzgunları yemleyen ben, İngiliz devletinin, tarihsel gücünün, gösteri geleneğinin bir esiri mi oluyorum yoksa.”
Zindan nice doğuşlara, yaratıcı hamlelere sahne olabilir; diğer taraftan normal gözüken hayatta kendi mahpushanemizi, hücrelerimizi inşa edip, yüce zatımızı içine kapatabiliriz. İlginç tespitleriyle sık sık karşılaşıyoruz Ümit Hoca’nın. “Kule, iktidarın, katı kontrolün merkezidir. Saray ise iktidarın göz alıcı gösterişinin merkezidir. Biri korku, diğeri hayranlık yaratmak için tasarlanmıştır. Her ikisi de, otoritenin farklı şekillerde birbirini tamamlayan cüzüdür.”
Londra’da hayatını kurarken hissettikleri ve belirlemelerinden: Orwell ve 1984, 2000’lerden günümüze uzayan ve daha giriftleşip çeşitlenen baskı, zulüm, kuklalaştırma hikâyeleri, geliştirilmiş taze örnekler. “1984 romanında yaşamak, Panoptikon(Bütünü gözetlemek)”, sahici kanlı canlı roman kahramanları, iktidar kudretiyle kuşatılmış biz.
Dikkat çekici bir malûmat: Krematoryum. Bin sekiz yüz dereceye varan sıcaklıkta, iki ikibuçuk saat boyunca bütün organik maddeler yok oluncaya kadar yakılan beden ve sonra blenderden geçirilen kemikler.
“Fırında yemek yapma tarifi gibi anlatıyorlar yakma işlemini(…) Fırına bakış açım değişti, fırında pişmiş yemek yiyemedim” diyor Yazar.
Ünlü Fransız düşünür Graudy’nin cenaze namazına gitmeyi düşlerken, onun yakılma isteğiyle karşılaşması, Paris’e gitme sevdasının sonlanışı ve hayal kırıklığı.. talebelerince çok sevilen sayılan fakat “belki beklenti yüksekliğinden” kitaplarının kendisine fazla hitap etmediği Nuri Pakdil.
Bu intibalar beni düşündürdü. Tanıdığımız, önem verdiğimiz bazı şahsiyetler hakkındaki algılar, başkalarının biçtiği ve sonra bizim biçtiğimiz kılıklar, zaman azizlikleri(!)
Kurduğumuz bağlar, sorumluluk, arkadaşlıklar, siyaset, kusurları örtme bir yandaşlık biliciyle sevk, bir çeşit körlük, davranışlarımızın hakikî menşei. Görünen ve gösterilen farkı. Sırlı hayatlarla(muhtemel sabıkalı cemaziyülevvellerle) edebî sanatsal hüviyetlerin tenakuzu; doruklar ile uçurumlar.
Mana, bakış sorunları. Roger Graudy kim, Ümit Savaş kim, biz kimiz?
Ezanlar ve çanlar, seçimler, değişimler… Bayramlar seyranlar Müslüman(lık)lar…
Parlamento meydanında, ibret alınası heykeller ki 11. Heykel Gandi’dir ve ardındaki şeytani bir dile dikkat çeken Ümit Savaş yorumu: “İngiliz İmparatorluğu’na karşı Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesinin lideri olan bir adamın heykeli, imparatorluğun yasalarını yapan Parlamentonun karşısındaki meydana dikildi. Hayret değil mi? Aslında bu yaşarken ehlîleştirilemeyen bir liderin, bütün İngiliz sömürgelerinde ezilenlerin hikâyesinin nasıl zararsız hâle getirildiğinin sembolüdür(…) Güçlü iktidar, muhaliflerini de kendi tercihleri doğrultusunda yeniden şekillendirir. Bir zamanlar ‘imparatorluğun düşmanları’ olarak etiketlenenler, şimdi bronz heykel kalıplarına dökülerek evcilleştirilmiş, tehlikesizleştirilmiş ve sisteme dahil edilmiş oluyor. Bu, Batı’nın ya da sömürgeciliğin en sinsi oyunudur: muhaliflerini bile kendi anlatısına katarak, onların devrimci özünü çalmak, (s.166-167)
“Parlamento Meydanında yülürken, gerçeğin nasıl çarpıtıldığını, tarihin nasıl yeniden yazıldığını, ezilenlerin nasıl unutturulduğunu görebilirsiniz. Buradaki her heykel, her taş parçası, iktidarın kendini yüceltme çabasının bir tezahürüdür. Meydanda durup etrafınıza baktığınızda, bronzdan ve mermerden ordular görürsünüz -eski başbakanlar, generaller, krallar… İktidar kendini bu şekilde ölümsüzleştirir.(s. 174)
Londra Günlükleri başka bir kitabı daha hatırıma getirdi. Britanyalı tarihçi Niall Ferguson,”İmparatorluk Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi” adlı eserinde karanlık bir mirasa ve halen yürürlükte olan insanlık dışı emperyalist emellere, sömürü tarihine işaret ediyordu:
Daha 1800’li yıllarda “Büyük Britanya beş kıtadaki 43 sömürgesiyle dünyanın şimdiye kadar gördüğü en büyük imparatorluğa sahipti(...) Britanyalılar geçmişte İspanyolları soymuş, Hollandalıları taklit etmiş, Fransızları yenilgiye uğratmış ve Hintlileri yağmalamıştı. Şimdi ise dünyaya hükmeden üstün güç haline gelmişti.
Bütün bunlar ‘bir dalgınlık anında’mı olmuştu? Elbette hayır I. Elizabeth döneminden itibaren, başka imparatorlukları ele geçirmeye yönelik sürekli bir kampanya yürütülmüştü.
Ancak İngiliz finans ve donanma gücü ne kadar fazla olursa olsun, tek başı ticaret ve fetih öyle bir noktaya varmak için yeterli değildi. Ayrıca koloniler oluşturmaya gerek vardı.” (YKY Yayınları, 2024, s. 70)
Günümüzde de yeni sömürgecilik biçimleriyle, kurulan ilişkiler ve türlü yöntemlerle bağımlılık ile kontrol devam ettiriliyor; muhalif hareketlerin, nitelikli ilerlemelerin önü kesiliyor. Birbiriyle ters düşmüş fikir akımları, zıt inançlar, basitçe düzleştirilip eşitleniyor ve nihayetinde liderler toplumların öncü isimleri, rol modeli egemenlerin süper güçlerin etrafında, onların talepleri doğrultusunda –ister istemez- birleştiriliyor. Meselelerin müsebbipleri; sorunların çaresi, barışın has güvercileri gibi gösteriliyor. Bu konuda sizin de bildiğiniz çok bariz ve acı örnekler verilebilir.
***
“Bu şehir insana tuzak kuruyor” der ve kederlenir Genç Yazar. Fakat “zamanın durduğunu da” fark etti. “Arabalar durdu. Yayalar, kadınlar, kocalar, korna sesleri, üç tekerlekliler….”
“Zaman neden durdu diye sordum kendime. Minareye çıkmamış olsa da bir müezzin, ciğerlerine, en küçük zerrelerine kadar çekerek gökyüzünü, Allahu Ekber dedi. Bu, yanık ses tellerinden, en derin nefesinden gelen gökyüzü, ses tellerini titreştirdi. Gökyüzü vakum gibi çekilen ve bizi havasız bırakan müezzinin sesi, bu nida ile yeniden yayıldı sanki gökyüzüne. Titredi, yankılandı, feryat etti bütün âlem. Zaman o vakit durmuştu.” (Ümit Savaş Taşkesen, Beş yıl Bir Ada Londra Günlükleri, Hece Yayınları, 2025, s.219)





Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.