Gurbetin Azizlikleri
Yayınlanma:
Gurbete gidip de başından hoş ya da hâ-hoş haller geçmeyenimiz yok gibidir. Duruma göre, hatırladıkça güler veya üzülürüz.
Bizde gurbet üzerine fıkralar da hayli fazladır. Bunların çoğu, Karadenizli Temel’in, Konyalı İsmail’in, Çorumlu Fuad’ın; Çankırılı Elmas’ın, köylünün, kasabalının başından geçer.. Gurbet bu.. Aç kalmakta var, açıkta kalmak da.. Gurbet üzerine az mı destanlar yazılmış. İnsanın başına neler gelir neler..
Açlık-açıklık dedim de hatırıma geldi; Bundan beş-sekiz yıl önce eski Sümerbank’ın yakınında üç-dört katlı bir lokanta vardı. Camekânına yapıştırılmış, büyük ebatlı bir kartonda, “Burada parası olmayandan ücret alınmaz” gibi bir ifade yazılı idi. Gelip-geçerken gördükçe, bu gönül zenginliğinden ve insanlık haline âşinalığından dolayı girip sahibini tebrik edesim gelirdi.. Bir gün fotoğrafını da çekmiştim. Vaktiyle bir makaleme de dercederek takdirlerimi dile getirmiştim.
Şimdi eczacı olan bir hemşerimiz anlatmıştı; İstanbul’da öğrencilik yıllarında, bir sefer, babasından harçlık gelmez. Birkaç hafta böyle sıkıntılı geçer; ama, hani şöyle derler ya. “deler de geçer..” Şehrin, fakültenin, arkadaşlarının acemisidir.. Günlerce aç kalır. Derdini kimseye açamaz. Bu arada lüks lokantaların önünden her geçişinde kendi kendine: “Param gelince, Beyoğlu’ndaki büyük bir lokantada, bu güne kadar hiç tatmadığım yemekle kendime ziyafet çekip bu günlerin acısını çıkartacağım” der. Neticede, ertesi ay memleketten para gönderilir. Hemen gidip postaneden alır. Ve o akşam fakülte çıkışında doğru Beyoğlu’na yönelir. Sıraselviler’de, cadde üzerindeki lüks bir lokantaya girer. Ahdettiği gibi, gidip büyük camın kenarındaki, caddeye nâzır bir masaya yerleşir. İlk defa böyle gösterişli bir yerde yemek yiyecektir. Biraz sıkılırsa da belli etmez. Masasına bırakılan yemek listesini gözden geçirirken “komposto” adına gözü takılır.. Ne olduğunu bilmemektedir. Şimdiye kadar hiç yememiştir. Karşısında fiatı yazılı değildir. Ama, bu mutlu gününün hatırına, kaça patlarsa patlasın, neye mal olursa olsun, onu yemeğe karar verir. Ve ne arzu ettiğini soran garsona, “Komposto; komposto yemek istiyorum” diye fısıldar. Garson, başını kaldırıp onun yüzüne bakarak, “Yanında ne istiyorsunuz, ne arzu edersiniz” diye sorunca,” yok der bizimki, başka bir şeye gerek yok. Sadece komposto.” Yaşlı garson, ikinci sipariş için beklenti içerisindedir. Ama ondan bu kesin cevabı alınca, peki der ve gider. Kısa bir süre sonra da elinde zarif cam kâse ile kompostoyu onun önüne bırakır. Bizimki, bu kadar nâdir yemeğin böylesine derhal getirilişine biraz da hayret eder. Ömründe hiç yemediği bir yemeği tatmaya hazırlanan toy hemşerimiz, kâsedekini görünce. “Ana, bu hoşaf yahu!” demekten kendini alamaz. Ama olan olmuştur. Bozuntuya vermez. Başlar içmeye. Kaşıklar hoşafı. sonunda, ağzını peçeteye siler ve hesabı ödeyip lokantadan çıkar. Aradan yirmi yıl geçmiştir. Ama haftalık sohbetlerimizde benzeri bir konu açılınca da, daha önce anlattığını unuttuğu ve olayın etkisinde çok kaldığı için, tekrar anlatmaktan kendini alamaz.
Şunu da, Köln’de bir hemşerimizden dinlemiştim; Bundan 40-50 yıl önce, Derbent civarındaki Başlamışlı’dan iki köylü, tarladan kaldırdıkları termiyeleri çuvallara doldurup satmak için Konya’ya geliyorlar. Satacaklar ve horantanın ihtiyacı olan şeyleri alıp, dönecekler. Hemşerilerinin bulunduğu her zamanki hana inip, her şeyden önce mahsulü satalım diyerek, termiye çuvallarını sırtlanıp pazarın yolunu tutmuşlar. Önünden geçmekte oldukları bir lokantanın kapı önündeki, önlüğünü kıvırmış birisi, “Buyurun, buyurun.” diye seslenip, müşteri çağırıyormuş. Fıkra bu ya, oranın ne olduğuna dikkat etmeyen, belki de bilmeyen Başlamışlılar, “allelem (Allahü a’lem) davet var” diye düşünerek, hayli acıktıklarından, çuvalları kapının yanına indirip, içeriye girerek, kenar bir masada karınlarını güzelce doyurmuşlar. Bir ara onlardan biri, yakınından geçmekte olan garsona seslenerek. “-Şu camekândaki dabak dabak şiyler ne ise, getir de onlardan da yiyelim.” der. İstedikleri, ekmek kadayıfı imiş. Garson getirip önlerine koymuş. Bu güzel tatlıyı da âfiyetle yemişler. Ellerini, ağızlarını kollarına sildikten sonra kalkıp kapıdan çıkacakları sırada garson, önlerine geçip hesap fişini uzatarak, para istemiş. Başlamışlılar buna çok hayret ederek, “Bilâder, ne parası? Burası davet yiri deel mi? Buyurun didiniz, biz de girdik.” demişler. Garson hırçınlaşıp, parayı almakta ısrar etmiş. Ama bizimkilerde beş kuruş yok. Termiyeleri daha satmamışlar ki. Lokantanın kâtibi sonunda termiye dolu çuvallara el koymuş. “Parayı getirin termiyelerinizi götürün.” diyerek onları terslemiş ve kapıyı göstermiş. Başlamışlılar, hemşerilerinin bulunduğu hana gelip, termiye parası ile alacakları şeyleri de alamadan, köylülerinden birinin merkeplerine binerek, köyün yolunu tutmuşlar. Yolda birbirlerini suçlayıp, “sen o dabak dabak şiyleri getirinde yiyelim diyince böyle oldu. Dimeseydin bir şey yoktu.” diye tartışarak köye doğru merkeplerini dehlemişler.
“Bir yiğit gurbete gidince gör başına neler gelir.” diye boşuna dememişler. Nasipde parasız – pulsuz kalmak da, aç kalmak da, açıkda kalmak da, parayla mahcup olmak da var. Kader bu; başa gelen çekilir..
Bizde gurbet üzerine fıkralar da hayli fazladır. Bunların çoğu, Karadenizli Temel’in, Konyalı İsmail’in, Çorumlu Fuad’ın; Çankırılı Elmas’ın, köylünün, kasabalının başından geçer.. Gurbet bu.. Aç kalmakta var, açıkta kalmak da.. Gurbet üzerine az mı destanlar yazılmış. İnsanın başına neler gelir neler..
Açlık-açıklık dedim de hatırıma geldi; Bundan beş-sekiz yıl önce eski Sümerbank’ın yakınında üç-dört katlı bir lokanta vardı. Camekânına yapıştırılmış, büyük ebatlı bir kartonda, “Burada parası olmayandan ücret alınmaz” gibi bir ifade yazılı idi. Gelip-geçerken gördükçe, bu gönül zenginliğinden ve insanlık haline âşinalığından dolayı girip sahibini tebrik edesim gelirdi.. Bir gün fotoğrafını da çekmiştim. Vaktiyle bir makaleme de dercederek takdirlerimi dile getirmiştim.
Şimdi eczacı olan bir hemşerimiz anlatmıştı; İstanbul’da öğrencilik yıllarında, bir sefer, babasından harçlık gelmez. Birkaç hafta böyle sıkıntılı geçer; ama, hani şöyle derler ya. “deler de geçer..” Şehrin, fakültenin, arkadaşlarının acemisidir.. Günlerce aç kalır. Derdini kimseye açamaz. Bu arada lüks lokantaların önünden her geçişinde kendi kendine: “Param gelince, Beyoğlu’ndaki büyük bir lokantada, bu güne kadar hiç tatmadığım yemekle kendime ziyafet çekip bu günlerin acısını çıkartacağım” der. Neticede, ertesi ay memleketten para gönderilir. Hemen gidip postaneden alır. Ve o akşam fakülte çıkışında doğru Beyoğlu’na yönelir. Sıraselviler’de, cadde üzerindeki lüks bir lokantaya girer. Ahdettiği gibi, gidip büyük camın kenarındaki, caddeye nâzır bir masaya yerleşir. İlk defa böyle gösterişli bir yerde yemek yiyecektir. Biraz sıkılırsa da belli etmez. Masasına bırakılan yemek listesini gözden geçirirken “komposto” adına gözü takılır.. Ne olduğunu bilmemektedir. Şimdiye kadar hiç yememiştir. Karşısında fiatı yazılı değildir. Ama, bu mutlu gününün hatırına, kaça patlarsa patlasın, neye mal olursa olsun, onu yemeğe karar verir. Ve ne arzu ettiğini soran garsona, “Komposto; komposto yemek istiyorum” diye fısıldar. Garson, başını kaldırıp onun yüzüne bakarak, “Yanında ne istiyorsunuz, ne arzu edersiniz” diye sorunca,” yok der bizimki, başka bir şeye gerek yok. Sadece komposto.” Yaşlı garson, ikinci sipariş için beklenti içerisindedir. Ama ondan bu kesin cevabı alınca, peki der ve gider. Kısa bir süre sonra da elinde zarif cam kâse ile kompostoyu onun önüne bırakır. Bizimki, bu kadar nâdir yemeğin böylesine derhal getirilişine biraz da hayret eder. Ömründe hiç yemediği bir yemeği tatmaya hazırlanan toy hemşerimiz, kâsedekini görünce. “Ana, bu hoşaf yahu!” demekten kendini alamaz. Ama olan olmuştur. Bozuntuya vermez. Başlar içmeye. Kaşıklar hoşafı. sonunda, ağzını peçeteye siler ve hesabı ödeyip lokantadan çıkar. Aradan yirmi yıl geçmiştir. Ama haftalık sohbetlerimizde benzeri bir konu açılınca da, daha önce anlattığını unuttuğu ve olayın etkisinde çok kaldığı için, tekrar anlatmaktan kendini alamaz.
Şunu da, Köln’de bir hemşerimizden dinlemiştim; Bundan 40-50 yıl önce, Derbent civarındaki Başlamışlı’dan iki köylü, tarladan kaldırdıkları termiyeleri çuvallara doldurup satmak için Konya’ya geliyorlar. Satacaklar ve horantanın ihtiyacı olan şeyleri alıp, dönecekler. Hemşerilerinin bulunduğu her zamanki hana inip, her şeyden önce mahsulü satalım diyerek, termiye çuvallarını sırtlanıp pazarın yolunu tutmuşlar. Önünden geçmekte oldukları bir lokantanın kapı önündeki, önlüğünü kıvırmış birisi, “Buyurun, buyurun.” diye seslenip, müşteri çağırıyormuş. Fıkra bu ya, oranın ne olduğuna dikkat etmeyen, belki de bilmeyen Başlamışlılar, “allelem (Allahü a’lem) davet var” diye düşünerek, hayli acıktıklarından, çuvalları kapının yanına indirip, içeriye girerek, kenar bir masada karınlarını güzelce doyurmuşlar. Bir ara onlardan biri, yakınından geçmekte olan garsona seslenerek. “-Şu camekândaki dabak dabak şiyler ne ise, getir de onlardan da yiyelim.” der. İstedikleri, ekmek kadayıfı imiş. Garson getirip önlerine koymuş. Bu güzel tatlıyı da âfiyetle yemişler. Ellerini, ağızlarını kollarına sildikten sonra kalkıp kapıdan çıkacakları sırada garson, önlerine geçip hesap fişini uzatarak, para istemiş. Başlamışlılar buna çok hayret ederek, “Bilâder, ne parası? Burası davet yiri deel mi? Buyurun didiniz, biz de girdik.” demişler. Garson hırçınlaşıp, parayı almakta ısrar etmiş. Ama bizimkilerde beş kuruş yok. Termiyeleri daha satmamışlar ki. Lokantanın kâtibi sonunda termiye dolu çuvallara el koymuş. “Parayı getirin termiyelerinizi götürün.” diyerek onları terslemiş ve kapıyı göstermiş. Başlamışlılar, hemşerilerinin bulunduğu hana gelip, termiye parası ile alacakları şeyleri de alamadan, köylülerinden birinin merkeplerine binerek, köyün yolunu tutmuşlar. Yolda birbirlerini suçlayıp, “sen o dabak dabak şiyleri getirinde yiyelim diyince böyle oldu. Dimeseydin bir şey yoktu.” diye tartışarak köye doğru merkeplerini dehlemişler.
“Bir yiğit gurbete gidince gör başına neler gelir.” diye boşuna dememişler. Nasipde parasız – pulsuz kalmak da, aç kalmak da, açıkda kalmak da, parayla mahcup olmak da var. Kader bu; başa gelen çekilir..





Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.