İshak Şener
Altın Kapılarımız Kan Oldu Tayfun
"Ne kadar da enteresan bir zaman değil mi?" diye mırıldanıyorum kendi kendime, sabah kahvesini mi yoksa ekran başında maruz kaldığım haberleri mi daha zor yuttuğuma karar veremeden. Hani bazen insan kendini bir filmin içinde gibi hisseder ya, benimki de o hesap. Ama bizim senaryo biraz karışık; tarihi dramayla absürt komedi iç içe geçmiş, yönetmen de sürekli "Burada doğaçlama yapın," deyip kenara çekilmiş gibi.
Şöyle bir düşünüyorum da... Viyana kapılarına dayanmışız, Akdeniz'i Türk gölü yapmışız, bir padişah mektubuyla Avrupa krallarının titrediği, "aman efendim, siz ne derseniz o olur" dediği günler... Koca koca imparatorluklar bizden icazet alırdı. Elçiler huzura çıkmak için kırk takla atar, donanmalarımız denizlerde fırtına gibi eserdi. O zamanlar kapılarımız altındandı, evet. Vurunca "güm" diye ses çıkarır, ardında heybetli bir güç olduğunu dosta düşmana belli ederdi.
Şimdi ise bambaşka bir filmdeyiz. Başrol aynı millet, aynı coğrafya ama senaryo farklı. Bakıyorum Gazze'ye, yüreğim sıkışıyor. Orada bir insanlık dramı yaşanırken biz, o altın kapıların torunları, en kallavi cümlelerle "kınama" rekorları kırıyoruz. Mikrofonları gördük mü, en gür ses bizden çıkıyor. Masaya yumruğu bir vuruyoruz, sanırsın masa kırılacak ama meğerse masanın suntası çürükmüş, ses anca bize geliyor.
"One minute!" diye kükreyen bir geçmişimiz var, evet. O an hepimiz evde koltuklara sığmayıp "Helal olsun!" diye ayağa fırlamıştık. Ama sonra ne oldu? Dakikalar, saatler, yıllar geçti. O bir dakikalık celallenme, sanki bir sonraki bölümde unutulan bir yan karakterin repliği gibi havada asılı kaldı. Şimdi Gazze'de her gün, her saat, her dakika birileri ölüyor ve bizim o bir dakikamızın esamesi okunmuyor.
Durum o kadar trajikomik ki, Kolpaaçino’nun o meşhur sahnesi geliyor aklıma. Biz de sanki birilerine dönüp, gözlerimiz dolu dolu ama bir yandan da sinirle gülerek, "Altın kapılarımız kan oldu Tayfun!" diye bağırıyor gibiyiz. O kapılar ki, bir zamanlar adaletin, gücün ve merhametin simgesiydi. Şimdi ise üzerine bolca "kınama" ve "endişe" notları yapıştırılmış, ara sıra da bir iki hamasi nutukla tokmaklanan, ama bir türlü ardına kadar açılamayan kapılara dönüştü.
"Efendim, ekonomik çıkarlar...", "Efendim, konjonktür...", "Efendim, diplomatik denge..." cümleleri havada uçuşuyor. Anlıyorum, devlet yönetmek bakkal dükkanı işletmeye benzemez. Ama atalarımız o devleti yönetirken sadece kese hesabıyla mı hareket etti? Hiç mi risk almadılar? Hiç mi "mazlumun hatırı, cihanın kârından evladır" demediler? Dediler, hem de öyle bir dediler ki tarih kitapları yazdı.
Şimdi biz, o tarihin en afili önsözlerini yazan ecdadın torunları olarak, filmin en can alıcı sahnesinde figüran rolünü kabullenmiş gibiyiz. Sadece konuşuyoruz. En güzel biz konuşuyoruz, en içli biz üzülüyoruz, en sert biz kınıyoruz. Ama günün sonunda laftan başka bir icraatımız olmayınca, o altın kapıların sadece adı kalıyor. İçi boş, gösterişli ama işlevsiz bir dekora dönüşüyor.
Velhasıl kelam, durumumuz bu. Tarihin o şanlı sahnesinden inip, Kolpaçino'nun o absürt ama bir o kadar da gerçekçi setine ışınlanmış gibiyiz. Ve birileri bize hesap sorduğunda, elimizde kalan tek senaryo repliğiyle cevap veriyoruz:
" Altın kapılarımız kan oldu Tayfuun..."





Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.