Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Edibâne Süzülüşler

Hayat seçme, süzme işlemlerinden ibaret belki de. Seçtiklerimiz ya da seçemediklerimiz, hayatımızın kalitesini, iç dünyamızın sıhhatini, selametini belirliyor bir bakıma.

Süzdüklerimizle, şahsiyetimizin rengi, istikametimizi tespit ediyor. Edebiyat da öyle.

Her kitap süzme, hayatı, birikimi; bazen süzülerek nazlanarak gelse de hayal ve ilhamı. Tüm hayatımız romansa da, hayat hikâyelerimiz seçmeler süzmelerdir, kısaltılmıştır. Anlamlı ve yoğun olmak zorundadır. Kitap ailemden biri Edibane Süzülüşler.

Tabii bazen ilham perileriyle bir karış havada süzülür ve yere de çakılabilirsiniz.

Aile yılındayız. Yazı ailesinden bazı “seçme süzmeler” yapacağım. Pembe, yumuşak, naif…

Bir aile öyküsüyle yürüyelim isterseniz. Kahramanımız Cemil Bey fena halde hastadır, iç ve dış sesler de birbirine karışmıştır; uyumak dinlenmek istese de gürültüden bu mümkün değildir. Cemil Bey’e kulak verelim:

“Artık tahammülü kalmamıştı. Sinirleri tepesindeydi. Eğlenmek, gülüp geçmek de mümkün değildi. Bir müddet sesler hafifledi. Gözlerini kapadı. Sevindi. Kızgınlığı âdeta edepsizlere malûm olmuştu.

Fakat.. yanılmıştı. Kulağına az sonra gıcırtıya dönüşecek bir kemanın ince nağmeleri doldu. Herhalde mahallede düğün başlamıştı. Böyle gürültüyle, parlak ilânlarla şipşak evleniyor, bir hışımla da palas pandıras boşanıyorlardı.

Ahali mest, müzikçi takımı coşmuş; cihan başına geçmiş, dönmüş durmuştu.

“Hepsi kafayı bulmuş bre! Ooo mastika mastika!”

Modern düğün mü? Kemanın ne işi var. Allah bilir Romanları tutmuşlardır.

“Hanım koş, bana acıklı bir roman oku! Hıçkırık filan. Yerim seni Nalân.”

Duyuramadı. “Şiimdii uzaklardasıın. Gönül hicranlaaaa, ahh doldu.”

“İnleyen nağmeler ruhumu sardııı”

N’olacak, mutfakta televizyonu açmış, dizi seyrediyordur mutlak.

Takatsiz öfkesi, aslında özüneydi; delikanlılığa güven olmaz, biraz dikkat etmeliydi. Neyse ki düğün rezaleti az sonra kesildi. Daldı.

Fakat. Herhâlde sokağa patırtıcı komşular taşınmıştı.

Yarım saat evvel ki uğultunun, dokunaklı firaklı rüzgâr sesinin yerini, tamirat cızıltıları zırıltıları almıştı. Münasebetsizin biri, duvara çivi çakıyor; matkap elinde kafası dâhil, her yeri deliyordu.

Ahh bir yastığın koynuna girse. Aldığı ilâçlar ters etki mi yapıyordu ne.

Gözlerini ister istemez açtı. Yine envaitürlü sesler çevresini sardı. Karısını çağırdı:

“Hayatım mutfakta kayboldun. Ne âhlar çekmekteyim. Gel beni bir dinle”

Telgrafın tellerinee kuşlar mı konaarr. İnsan sevdiğine yavrum böyle mi BAKAR.”

Kadın gecikmeden içeri girdi, yatağın başucuna dikildi. Birkaç kilo vermiş Cemil, irice sevimli bir oğlana benziyordu, “Bu aralar nazlıyız” diye düşünmeden edemedi.

“Senin sevdiğin çorbayı karıştırıyordum. Mikserin sesi mi rahatsız etti? Neren uff oldu bakim.” Cemil:

Duy, göğsümde ne vâveylâlar kopuyor, yüreğim nasıl da heyecanlı çarpıyor. Aşkın kemendi fena halde boynumu sıkıyor.”

Şenay adamın kalbine doğru eğildi, kulağını dayadı. Hakikaten kocasının göğsü resmen, yani azıcık ötüyordu.

Cemil, uyandırdığı ilgiden neşeli: “İnşaat sesini ve kalp atışlarımı da işittin mi” diye sordu.

Şenay bir müddet aynı pozisyonda kaldı. Sonra doğrularak, anlamlı bir tebessümle:

Tik tak, tik tak Seni seviyorum bak mı diyor” diye karşılık verdi. “Evet, kesinlikle öyle”

Cemil bu mânidar cevaptan nedense pek bi hoşlandı.

Gönlünün de eşlik ettiği dudaklarından birkaç kelime döküldü: “Cik cik cik!”

Ciddi mi şaka mı belli olmayan, aceleci bir biçimde ekledi sonra:

“Her yerim sızlıyor uyumak istiyorum kumral kanarya! Sen en iyisi bana cıvıltılı, şifalı bir ninni söyle. Ruhumu yokla!”(Sevdalı Bir Yelpaze kitabımdan, Kuş Sesleri öyküsünden bir bölümdü)

***

Kitaplar süzülür, öyküler de… Sandıklara sadece çeyizimizi değil, öte dünyaya götüreceklerimizi sermayemizi de koyarız belki.

Ya değer verdiğimiz sevdiğimiz kutular, şişelerde neler saklarız; orada da bir seçme süzme işlemi vardır. Şişe, Kutu, Sandık’tan bakalım neler çıkacak:

“Süleyman Peygamber, isyan eden bir devi şişeye hapsetti ve denize attı. Böylece, “İlk Hapishaneyi” ortak dağarcığımıza kattı.

Kaldı ki o zaman -af buyurun- hafifmeşrep bir “genel af da” gündem dışıydı.

Alâeddin, şişesine dokundu ve cini ortaya çıkardı. Cinin bir dudağı yerde, bir dudağı gökteydi. Ve Alâeddin’e “Dile benden ne dilersen” dedi. İhtiyaçlar sonsuz, tutkular arsız, kalpler susuzdu.

Alâeddin; “Tüm dünyayı” sonra “ Evreni” istedi. Tamah.. katlanarak, göğe yükseldi.

Hokkabazın şişeleri muhtelifti. Onları havaya atar, tutardı. Zaman, hızla meçhule akarken.. seyircilerin de aklı fikri, şişelerin büyüsüne tutulurdu. Halk, hep illüzyona tutunurdu.

Bir ses “Cambaza bak, cambaza!” diye ünlerdi. “Gör şişeyi!” şeklinde mütehakkim gürlerdi. Seyirci kıpırdamaz, pür dikkat kesilirdi. Seyirci ve yüreği, birlikte siftinirdi.

Yazar, metinlerini şişeye özenle yerleştirdi. Sanatçı, şişeyi aşkla boyadı. O da içine bir mektup koydu. Beraberce deryaya saldılar.

Belki, günün birinde bir bileni, seveni bulunurdu. Okunurdu. Usulca yüreklere sokulur ve dokunurdu. Sonra güzellikler dokunurdu. Yoksa ummanlar yitik, gömük şişelerle dolu; heyheylenip dururdu.

Sarhoş, şişeyi boğazına dikti; sonuna kadar içti. Ancak, sarhoşluktan şişeleri karıştırmıştı. İçtiği mayi, gökyüzü renkliydi; lâkin rengi de herkese görünmezdi. O yüzden öyle sarhoşladı ki... Tuzağa düştü, cezbeye geldi ve artık ona “Meczup” dendi.

Attığı “Hayytt!” narası, “Hay’a”; “Huu’ya” ve ateşin, dumanı üstünde, coşkulu bir “Ahh!’a” dönüştü.

Yunan kızı Pandora; garip ışıklar saçan, kapalı kutuyu merak etti. Kutu gittikçe cazibesini artırıyordu. Yoğun bir “kamuoyu baskısı da”, açması için zorluyordu.

Dayanamadı, kapağı kaldırdı. Karanlık ruhlar ortaya saçıldı. “Açtırma kutuyu, söyletme kötüyü.” sözü de oradan kaldı.

Mücevher kutusunun, hakikisi, yalancısı vardı. Hakikisinin bağrında “billurdan aşklar, gül nazarlıklı gönüller, gülâbdanlar” parlardı. Sahtesinin içinde; vicdansız elmaslar, çevresine istihkârla bakan mağrur cevherler, şık şıkırdım altınlar, pes pespaye dolarlar yanardı.

Dervişin kutusu, hücre olur, içine girer oturur; çileye soyunurdu.

Netameli bazı yıllarda kimi gençler; uçan kuştan esen yelden esirgenerek, ‘tabut kutulara’ konuldular.

Pembe genç kızlar, hayallerini, ümitlerini pembe sandıklara koydular.

Dracula; gündüzleri sandığına girerek, ‘güzellik uykusu’ çekmeden edemeyen, geceleri değerlendirmeyi seven bir vampircağızdı. Geçmişten ve gelecekten ‘sevme özürlü’ bazı arkadaşlar, onu nedense pek kıskandılar.

“Hepimizin sonu, Nasılsa Sanduka/Tabutuka, Taktuka yani Tukaka!” deyip; göğsünden kazık çakarak, hiçbir zaman üşümeyeceği, ebedî istirahatgâhına yolladılar.

Tarihçiler sizi yanıltmasın, tarihteki “İlk Kazıklanma” vakası da budur arkadaşlar.

Cimrinin sandığı; yosun tutmuş, küf bağlamış; hatta inatla bir türlü açılmayarak, içindekileri sahibinden saklamıştı... Cömerdin ki üçüz, beşiz, ondörtüz doğurmuştu.

Gönül adamı sandığına, “Aşk Değerini” koymuştu. Cevherli, nadide yüreğiyle, daha da değerlendirerek, bereketlendirerek... Her an dağıtmakla, yağmalatmakla meşguldü. Ama sandığın içi hep lebalep doluydu.

Âşık, bütün şişe, kutu, sandıkları kırmak isterdi. Ne de olsa hepsi şekilden ibaretti. Aşkın gölgesi, ona yeterdi.

İnkârcı, ruhunu aldı; bir sandığa kapadı. Ziftle mühürledi. Ve iblis’ in ellerine saldı.

“Günün Adamı’nın” sandığı; çok bölmeliydi ve rengârenkti. O kadar çok renk değiştiriyordu ki, görenler hayrete düşüyordu. Sonunda anlaşıldı. O, renksizdi. Sandığının çekmecelerini ite çeke, iyice aşındırmış, yalama yapmıştı. Güç belâ, fazlaca önemsediği bir şeyi, çekmecelerden birine sakladı sonunda...

Öldü, mirası pay ediliyordu. Varisleri sandıktaki hazineyi hayalliyordu. Bölüşmeye ne kalmıştı şunun şurasında... Heyecan ve hırsın kuşattığı gümbürtülü yüreklerle, sandık açıldı. Zahmetsizce konmak göçmek ne hoştu. Amma velâkin.. sandığın içi boştu.

“Deli Kız’ın” çeyizi; “Dünya sandığındaydı”. Kıza, “Malihulya” da derlerdi. Deli Kız, bazen delilenir, sandığını açar.. içinden savaşlar, açlık, fitne fesat yazan, defolu, “Made İn Şer” damgalı; esaslı, ‘popüler esanslı’ malları çıkarır, engin bir cömertlikle sağa sola dağıtırdı.

Sandığın içinde fazilet, inanç, mürüvvet, fütüvvet gibi güzellikler de vardı. Ancak sandıktaki vuruş kırıştan, cebelleşmeden zavallıların sesi sedası kesilir; varlığını duyuramaz, bir türlü üste çıkamazdı.

“Dişi Ruh’la” “Eril Ruh’u”; aynı sandıkta iki ayrı yere bıraktılar. Aralarında kuş uçmaz, kervan geçmez, ıpıssız çöller; yarlar, zıt kutuplu yollar, muamma ve dilemmalar vardı.

Fakat muzır ve müteşebbis, “ERişkin akıllı” Eril Ruh; nasıl yaptıysa yan bölmeye Dişi’nin yanına atlayıverdi. Sandık az sonra patlayıverdi.

Parçalar dört bir yana saçıldı. Bazılarında yanık izleri bulunuyordu.

Gene de, her birinin üzerinde “AŞK” yazıyordu. “(Muhabbet Buyursun Gelsin)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi

Gazze’nin Kanayan Yarası

23 Kasım 2025 Pazar 11:34

Arasta “Bir Eski Zaman Düşü”

16 Kasım 2025 Pazar 12:56

Bir Şairin Doğuşu: Ukdem

02 Kasım 2025 Pazar 12:39

Sam Weingott’ın Güncesi

26 Ekim 2025 Pazar 12:50

İşte Öyle Bir Zaman

12 Ekim 2025 Pazar 16:08

Gizli B/Ağlar

05 Ekim 2025 Pazar 12:14

Bir Üstadın Çocukluk Anılarından

28 Eylül 2025 Pazar 14:11

Eskimeyen Fotoğraflar

21 Eylül 2025 Pazar 14:49