Ayşe Aslı Duruk
Savaşım ve Ordu
Daha önce nerede olduğumu bile hatırlamıyorum artık. Zira öyle uzun zamandır bu savaş meydanının içinde ve ortasındayım ki...
Ne için ve hangi uğurda savaştığımı biliyorum bilmesine, hatta bunu mıh gibi aklımda tutuyorum ama bunu bir tek ben yapıyorum burada sanki. Ordum, savaşın sonundaki olası zaferin ne kadar kutlu bir ödül vaad ettiğini biliyor ya da hatırlıyor olsaydı, meydanın en kızıl yerinde beni bırakıp kaçmazdı çünkü. Perde arkasındaki asıl düşmanım olan görünmeyen büyük bir gücün sürekli bürünüp girdiği farklı farklı suretlere, kılıklara, kılıflara, kimliklere ve şartlara karşı yalnız bırakıp gitmezdi beni. Ya bilmeyişleriyle gafil ya da ihanet edişleriyle hain olan yol arkadaşlarımı, vaktiyle omuz omuza verip çatıştığımız ordumun her bireyini tek tek hatırlayışım şöyle dursun, ben zaten o olası zaferle sunulacak olan ödülün ne kadar kutsal ve harikulade olacağı bilgisini de hiç unutmadım ki! Ne unutması, aklımdan bir an bile çıkmıyor bu. Onlar ise hep unuttular. Böylesi bir hafızayı bana layık görüp bahşedene hamd olsun...
"Bu 'benim' savaşım değil ki" diyerek lanetli bir iyelik fikriyle zehirlendi, yol arkadaşlarımın önemli bir çoğunluğu. Bunun bir takım işi olduğunu; alemdeki her şeyin birbirine görünmez ipliklerle bağlı olduğunu* sezip kavrayamayan bayağı ve kötücül bir bilinç tarafından ele geçirildiler. O olası kutsal ödül vaadinin, aslında herkes için yapıldığını unuttular; yalnızca bendeniz için değil. Bunun sadece benim savaşım olduğu sanrısı, gözbağı oldu onlara. "Biz 'senin' arkanı neden kollayalım ki?" diye yüzüme karşı sora sora gittiler. Cevap beklemeyen, isyankâr bir başkaldırıyla sorarak, gittiler. Oysa bu savaşta herkesin bir rolü vardı, hepimizin savaşıydı bu. Yalnızca benim savaşım değildi ki! Zira tanık olmak, sorumluluk getirirdi o dakikadan sonra. Fakat şahitliklerine yüz çevirdiler. Şehadeti reddettiler. Boş verdiler. İsimlerini ya bir gafil ya da bir hain olarak yazdırdılar, günü gelince apaçık okunacak olan, şimdinin görünmez göksel defterlerine.
Sözün özü, yalnızım şimdi. Perde arkasındaki görünmez gücün gönderdiği türlü türlü düşmana, tuzağa, hileye, kafa karışıklığına ve ümitsizlik hissine karşı tek başıma savaşıyorum. Fakat düşman çok güçlü... Perde arkasındaki o asıl güç... Askerlerinin üzerine nuranî kılıflar geçirdiği de oluyor, tam da duymak istediğim sözleri onların diline doladığı da oluyor. Tanınmıyorlar ilk bakışta. Demiştim ya, hilelerin, tuzakların ve oyunların bini bir para burada. Meydanı terk ederek beni yalnız başıma bırakıp giden ordumun aklı da buna benzer dikenli tellere takılmış olmalı; oyuna gelmiş olmalılar. Fakat kalan son kişi olsam da meydanı terk etmemeye dair içtiğim ant, damarlarımdaki kana karışmış gibi görünüyor benim, diğerlerinin aksine. Başlangıcını artık unuttuğum bir zamandan beri bu savaş meydanının içinde oluşum da aslında iyi gittiğimi gösteriyor bir bakıma, pek yakında ilahi bir yardımın ve belki ordunun yardıma koşacağı ümidiyle beni ayakta tutarak. Kim bilir, savaşmadan kazanmış yani fethetmiş oluruz belki o zaman buraları. Fakat her birinin gönlünün sinesinde ve aklının başında olduğundan vaktiyle emin olduğum yol arkadaşlarım, nasıl birer gafile ya da haine dönüştüler; çözemiyorum. Yaşanan bir harbe/imtihana/güçlüğe şahit olunduğu andan itibaren artık o senaryoda size de eş zamanlı olarak biçilen bir rol vardır. Kolları bağlayıp "Bu onun savaşı, benim savaşım değil" diyerek meydanı terk mi edeceksin, yoksa kolları sıvayıp elini taşın altına koyarak sahneye -meydana- mı çıkacaksın? Kaldı ki bilinçsiz bir gafletten çok, bile isteye hıyaneti seçtiler, bana sorarsanız.
*Tebrizli Şems'e ait olan söz.





Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.