Hüzeyme Yeşim Koçak
İlk Romanların Sevinci
İlk romanım Çoban Aşkın Çocuğuydu bir hikâyeden doğdu. Külkedisi masalını oldukça çarpıtmıştım. İçimde yenilikçi deneyci bir damar vardı sanırım.
Sinderella’nın asıl adı Sinem’di ve bizimkine benzer bir memlekette yaşıyordu. Devreye bir de İçmimar olan Bilge Çobanı soktum. Masaldaki peri ise benim hikâyemde yani Sinderella’nın Pabucu’n da Batı perisiydi:
Sinderella bacadan aşağıya düşen güzel kadına hayretle bakmış. Heykele benzermiş.
“Kimsiniz?” demiş ürkek Sinderella.”Ciciannem mi yolladı sizi?”
Cazibeli kadın, mağrur: “Hayır!” demiş.
“Ben Batı perisiyim. Kısaca adalet, kuvvet, uhuvvet, letafet, fetanet, habaset -pardon hamaset diyecektim- temsil ediyorum. Bir lâkabım da ‘Karınca ezmez’dir’. Hiçbir bürokratik işleme başvurmadan, dile benden ne dilersen.”
“Son moda bir elbise!’ diye bağırmış.
Peri: “O zaman.” demiş. “Getirdiğim elbiseyi bir dene. En çok gençlere yaraşır.. Bak nasıl hoş oldun. Yalnız, giysinin kiralık olduğunu sakın unutma, saat on ikiyi vurunca, yok olacaktır. Aslında hiçbir şeyi bedava vermeyiz.”
Sindrella yeis içinde:
“Ne yazık ki, benim param yok. Size birkaç saatlik giyme bedeli için ne ödeyebilirim.”
Peri, gururla biraz da aşağılayıcı bir gülüşle: “Sen bunları dert etme” demiş. ”Fazla düşünme! Beni kabul etmen, iyi niyet göstermen bile bir başlangıç.”
Sinderella’nın elbisesi muhtelif devletlerin bayraklarından, çeşitli semboller ve işaretlerden meydana geliyormuş. Kız, neredeyse sevinç delisi olduğundan, bir hususu fark etmemiş. Kendi ülkesinin bayrağı yokmuş tuvaletinde, daha doğrusu küçük bir simge halinde, giysinin oturacak bölümünde yer alıyormuş. Kalbinin tam orta köşesindeyse, haça benzer bir şekil sinsi sinsi parlıyormuş.
Onu görünce sarayın bütün erkekleri ve kadınları çevresine üşüşmüş; elbisesini hayranlıkla süzmüş, incelemişler. Kimi Amerikan bayrağı kısmını öpüp koklamış, kimi Fransız, kimi Alman sembollerine aval aval bakmış; kimi Dalay Lama’nın Tibet’ini, kimi Hint’in kutsal ineğini, Buda’sını beğeniyle yoklamış, tazimle selâmlamış.”
Hikâyenin devamında Sinderella ile Prensin kalbinde inşaat ve köklü bir dönüşüm olacaktı.
***
Bu hikâye büyüdü, çünkü söyleyeceklerim vardı. Bazı yerler tamamen değiştirilip yeni bir biçim verildi; bir rüya ikliminde Sinderella’nın çıktığı yolculuğun adı oldu.
O yolculukta başta “İblisO”, Sinderella Sinem’in karşıtı “Kara” isimli kişilik, muhtelif seviyelerde başkaları da vardı mesela, türlü yol kesici ortaya çıkıyordu. Rehber Çobansa yol gösteriyordu.
Benlik Apartmanı’nı geçmek çetindi sözgelişi… Şimdi romana, Sinderella’nın Kapıcıyla sohbetine biraz kulak verelim:
Kapıcı “Sizinle Ben Apartmanı’nı gezelim mi?” dedi.
“İçim hiç çekmiyor. Yalnız bana söyle. Özellikle en üst kat çok vurgulu, batıcı, iddialı. Kimler oturuyor orda?”
“Haklısınız efendim. Üst katımız kendilerini ‘üst akıl, üst düzey aydınlar diye tanımlayan bir gurup ateiste aittir. Psikiyatristlerden, sosyologlardan, politikacılardan, bilim adamlarından bir gurup. Kavga gürültü de hiç eksik olmaz.”
Sinderella itiraz ederek: “Fakat.” dedi. ”Anladığım kadarıyla apartmandakilerin hepsi Tanrıtanımaz.”
“Hanımefendi, size bir sır vereyim.” dedi kapıcı, Sinderella’nın kulağına eğilerek:
“Buyurduğunuz gibidir, ancak bu en üst kattakiler, kimseyi beğenmez. ‘Eski, gerici, kokmuş, modası geçmiş!’ diyerek, hep aşağılarlar; dolayısıyla daima ihtilaf halindedirler. İblis Efendimiz, iyi bir hakem olmasına rağmen aralarını zor bulur; ikide bir ona müracaat ederler, sen tanrısın ben tanrıyım diye. Her şeyde olduğu gibi Tanrılıkta da bir enflasyon var. Baktık olmayacak, kavga çıkmasın diye, bütün apartman ahalisini Tanrı ilân ettiler; ancak tartışma kesilmedi, birinci ikinci sınıf, insanüstü, yarı Tanrı, acemiler ustalar, alt üst, modern geri, gerçek sahte Tanrı tanımlamaları ortaya çıktı. Müzik Tanrısı, Sinema, Sanat, Edebiyat, Tanrıların Tanrısı gibi tanımlamaları da unutmayalım. İblis de bıktı, sıkıldı. Hattâ, gidiş gelişler zor olduğu için İblis Beyin devamlı gökdelenimizde oturmasını istediler, fakat bu seferde yer konusunda anlaşmazlık çıktı. ‘Yok koskoca Şeytan, çatı katında oturur muymuş, yok damı mı lâyık görmüşler’. Gerçi ben Yahudi kemancıyla, damda pek güzel serenat yaparlar, hem müzik ruhun gıdasıdır dediysem de dinletemedim. Beğenmediyseniz, bodrum katı verelim, malûm Haşmetli Şeytan karanlık yerlerden daha çok hoşlanır, ziyayı sevmez dedim, az kılsın, postu kaptırıyorduk. Ben gariban bir kapıcıyım efendimiz. Kapıcı bulmak zor diye, gebertmediler, bildiğiniz gibi hayat pahalılığı.” (Çoban Aşkın Çocuğuydu)
***
“Bir arkadaşın Beyan Yayınlarının açtığı yarışmaya girdiğini öğrenmiştim. Hikâyeler birbirine eklenmiş, ilk anlatı desteklenmişti. Epeyce bir şeyler yazmıştım. Son anda yarışmaya katıldım.
Netice ilan edildi. Tabii zaten birincilik falan beklemiyordum. Ama değişik bir hikâye yazmışsınız, nerede olduğunuzu merak ediyorsunuz. Basında diğer derece alanlara dair hiç ses yoktu.
Oldukça çekingen, telefon açtım yayınevine; “Siz üçüncü sıradasınız” dediler. Kulaklarıma inanamadım. Sonradan yarışmayla ilgili, Değerli Yazar Mustafa Miyasoğlu bir yazısında bahsetti.
Beyan, sadece birincilerin eserlerini yayınlıyordu. Kitap 2002’de değil, Akçağ tarafından 2006 senesinde yayınlandı. Çocuk masalıyla karışmasın diye isim değiştirildi.
Arka kapakta “ Çoban Aşkın Çocuğuydu”, bir iç yolculuğunun, kimlik meselesinin inanç eksenli hikâyesi… Sonsuzluk yürüyüşüne çıkmış insanın, kendi özündeki cevhere ve aşka tutunarak ilerlemesini anlatıyor.
Günümüz problemlerine ince göndermelerde bulunan eser; mizahi bir dilin yardımıyla da, zaman ve mekân ötesine bir kapı aralıyor.
Yeni bir söylem geliştiren “Çoban Aşkın Çocuğuydu” ; bir roman yarışmasında üçüncü oldu” yazıyordu.
Denemeden bilemezsiniz. Rabbimin lütfu, farklı bir ilham ve çizgide, yazarlık atılımı işlemesiydi benim için.
Bazı sevinçler nedense zor anlatılıyor.





Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.