Göçmenlerin Yalnızlığı

İnsanın başına gelebilecek en ağır felaketlerden biri, yurdundan koparılarak bilmediği bir yere gitmek zorunda kalmasıdır.

Çocukluğunun geçtiği sokaklar, ailesiyle yaşadığı ev, ekip biçtiği bahçe zamanla insanın ruhunun bir parçasına dönüşür. Başkalarının sıradan gördüğü mekânlar, onun için hatıralarla örülmüş duygusal bir vatan olur.
İşte bu yüzden insanın alıştığı yerleri terk etmek zorunda kalması tarif edilemez bir acı bırakır. Mekân, köklerin tutunduğu yerdir; kökünden koparılan insan da savrulmaya mahkûm olur.
Bugün Balkanlardan gelen göçmenlerin torunları, dedelerinin doğup büyüdüğü topraklara döndüklerinde, orada hiçbir iz kalmamış olsa bile hıçkırıklara boğularak ağlıyorlarsa, bu acının nesiller boyu aktarılan derinliğindendir.

Yıllar önce Üsküp’te bir Osmanlı eserini gezerken anı defterinde Türkiye’den gelen bir kızın şu sözlerini okumuştum:
“Babaanne, doğduğun şehirdeyim… Ağlıyorum, seni çok özlüyorum.”
Bu cümle kalbime saplanmıştı.
İnsan topraktan yaratılmıştır ve yaratılış hiç durmaz; insan, toprağın ürünleriyle beslenir. Bebek, anne karnında annenin aldığı gıdalarla şekillenir; aynı gıdalar çocuklukta ve erişkinlikte de insanın kanına, canına, her zerresine dönüşür.
Eski hekimlerin ilaç yaparken hastanın doğduğu yöreden bitki seçmeleri boşuna değildir.
Halk dilindeki “toprak çekti” sözü tam da bunu anlatır.
Her zerresine dönüşmüş toprak, ait olduğu yeri görünce ruh ona doğru akar.
Vatanı vatan yapan işte bu bağdır. Binlerce kilometre öteden insanları çeken de bu köklerin çağrısıdır.
Bu gözyaşları, yıllardır birbirini kaybetmiş anne ile çocuğun yeniden kavuşup ağlaması gibidir.
Bizim tarihimiz büyük felaketler ve göçlerle doludur. Balkanlarda yaşananlar bunların en acılarındandır.
Türklerin, Arnavutların, Boşnakların, Pomakların yaşadığı yerlerde tam bir etnik kıyım yapıldı. Müslüman köyleri basıldı; insanlar katledildi; hamile kadınların karınlarındaki bebekler süngülerle çıkarıldı; küçük çocuklar kahkahalar eşliğinde minarelerden atıldı; kadınların kızların ırzına geçildi; mallar gasp edildi; köyler yakıldı, yıkıldı.

Balkanlarda yaşananlar tam anlamıyla bir mezalimdi.
Kurtulabilenler Anadolu’ya doğru yola çıktı.
İnsan için tek başına bilmediği bir yere gitmek bile tedirgin ediciyken, çocukları, eşi, yaşlı anne babasıyla; parasız, aç, korku içinde; her an saldırıya uğrama endişesiyle yola çıkmak bir trajediden ötesiydi.
Her adımda arkalarından gelen zulmün haberleri onları kovalıyordu.
Ben Kozana muhaciri bir ailenin çocuğuyum. İşgalin ne demek olduğunu çocukluğumuzda dinledik.
Dedemin ailesi Kozana’da zengin, bağları, bahçeleri, çalışanları olan bir aileymiş.
Olaylar başlayınca erkekler geceleri geçitleri tutmak için dışarı çıkar; nenemler evin önüne erkek ayakkabıları dizer, sigara içip gürültü yaparmış ki Yunan eşkıyalar evde erkek var sansın.
Göç ederken yolda ölen çocuklarını denize bırakmak zorunda kalmışlar… Bizde bir insana söylenecek en büyük hakaret “Yunan gâvuru” demekti.
Bu zulümleri sadece Yunan yapmadı.

1864’te Soçi’de Rus birlikleri son Adigey birliklerini yenince tam bir kıyım başladı.
Nehirler günlerce Çerkez kanıyla Karadeniz’e aktı.
Kalan yaşlı kadın ve çocuklar çürük gemilere doldurulup Anadolu’ya gönderildi; çoğu Karadeniz’in hırçın dalgalarında battı.
Bir Gürcü tarihçi şöyle yazar:
“Yedi yıl boyunca kıyılara insan kafatası vurdu. Yedi yıl boyunca kargalar yuvalarını yaşlıların sakallarından, kadınların saçlarından yaptı.”
Bugün Çerkezlerin balık yememesi bundandır; büyüklerine duydukları saygının, acının mirasıdır.
Bir kısım Çerkez Bulgaristan’a geçti Balkan Savaşlarında Osmanlı yanında öyle yiğitçe savaştı ki Ruslar onların Anadolu’ya göçmesine izin vermedi; Kuzey Afrika’ya sürdüler. Bugün hâlâ orada yaşıyorlar.
Türk Devleti’nin bu insanları bulup Anadolu’ya getirmesi, dedelerinin kahramanlıkları için onları onurlandırması gerekir.

Bulgaristan’da Pomakların kurduğu kısa ömürlü Timraş Cumhuriyeti’nin kurucuları katledildi; kurtulanların bir kısmı gemilerle Silifke’ye getirildi, sonra Çumra’ya yerleşip Timraş köyünü kurdular. Bugün adının Gökhüyük yapılması — eğer kasıt yoksa bile — büyük gaflettir.
Bu bölgelerde öldürülen Müslüman sayısı yaklaşık 5 milyon 500 bindir.
Bugün Gazze katliamı halkımızda büyük infial yaratıyor, Balkanlarda öldürülenlerin sayısının bunun yüz katı olduğunu hatırlamak gerekir.
1927’de dışarıdan göç edenler dâhil nüfusumuzun 13,6 milyon olması bile yaşananların büyüklüğünü gösterir.
Üstelik Türkistan coğrafyasında Rusların ve Çinlilerin yaptığı soykırımlar bunun çok daha üzerindedir.
Bugün Yunanistan başta olmak üzere pek çok yerde Türk, Arnavut, Boşnak, Pomak Müslüman kalmamıştır.

Bütün bu acıları televizyondan izlemediğimiz için görmezden gelmek ne büyük kayıptır…
Bu mezalimden kurtulabilenler meşakkatli yolculuklarla Anadolu’ya ulaştı ama Anadolu da o gün yokluk içindeydi.
Çerkezlerin çoğu geldikleri kamplarda salgın hastalıklarda öldü.
Göçmenler geldikleri yerlerde güllerle karşılanmadı. Yerleşik halk her zaman dışardan geleni sevmez; onları yük görür.

Konya’da Bozkır’dan gelenlere “dağlı”, Karapınarlılara “kum şeytanı” denmesi bunun küçük bir örneğidir.
Yunan ve Bulgar zulmünden kaçanlar bu kez “Yunan tohumu”, “Bulgar kırması” diye aşağılandılar.
Ait oldukları topraklarda şerefleriyle yaşarken işgale uğrayıp yakınlarını kaybetmek, sonra yokluk içinde bilmedikleri diyarlarda muhtaç duruma düşmek ve üstüne istenmediklerini hissetmek…
Bu acı göçmenlerin ruhunda kapanmaz bir yara açtı.
Göçmenlerde azarlanmış bir çocuğun mahcubiyeti, suskunluğu ve o suskunluk da üzerine gidilince patlayan bir öfke saklıdır.
Göçmen dünyanın hiçbir yerinde sevilmez üstelik en az bu ülkede dışlanır, çünkü Türk halkı merhametlidir.

İslam, Ensar örneğiyle kapısına geleni kardeş bilmesini öğretir.
Oğuz töresinde de sığınana sahip çıkmak vardır.
Halifeliğin merkezi olan bu topraklar sığınılacak son yerdir. Burası İslâm’ın son kalesidir burdan sonra gidilecek yer yok!!!
Buradan sonrası ölmektir.
Bugün göçmen çocuklarının Suriyeli ve Afganlılara yönelik aşağılama eğilimi — aslında dün yaşananların acı bir aynasıdır.
Asalet, karşındakinin yerine kendini koyabilmek ve merhamet gösterebilmektir.
Bu zordur, nefsi ağır gelir, ama cennet de yüce gönüllülerin yurdudur.
Büyük medeniyetler kültürlerin kesiştiği yerlerde doğar.
Göçmenler geldikleri yerlere bilgi, kültür, emek, üretim taşır.
Balkan göçmenlerinin süt sanayi başta olmak üzere birçok alanda öncülüğü inkâr edilemez.
Gelenler ucuz iş gücü sağlar, ticareti canlandırır; yerli halk çoğu kez bu insanların emeği üzerinden zenginleşir.

Ama göçmenler tutunma mücadelesi verirken hakları yenilen, sesi bastırılan, ikinci sınıf görülen insanlar hâline düşer.
Bir kaza geçirseler “zaten göçmen” denir; kimsesiz, sahipsiz görülürler.
Benim dedemin kardeşleri Adana’ya çalışmaya gitmiş, orada sıtmadan ölmüşler.
Babamın adı onlardan birinin adıdır; hiç olmazsa adı yaşasın demişler.
Onlardan bize hatıra sadece bir isim kaldı.
Bugün bazı aileler göçmen olduklarını saklıyor.
Beyaz çingene gibi hakaret, aşağılanma ve önyargılardan kurtulmak istiyorlar.
Çünkü göçmen, istenmeyen insan demektir.

Göçmen en mutlu gününde kız isteme merasiminde, muhacirlere kız yok diye kovulan insan demektir.
Göçmen, yüreğinin sarayı yıkılırken çocukları için dimdik durmaya çalışan insan demektir.
Göçmen, ciğerleri parça parça eden bir veremlinin hüznünü, suskunluğunu ve bir cüzzamlı'nın yalnızlığını taşır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
Tamer Kalender Arşivi

İftiraya Uğrayanların Yalnızlığı

15 Aralık 2025 Pazartesi 16:18

Asil İnsanların Yalnızlığı

21 Kasım 2025 Cuma 12:28

Yetimlerin Yalnızlığı

04 Kasım 2025 Salı 16:29

Yalnızlık

17 Ekim 2025 Cuma 14:20

Merhaba girizgah

02 Ekim 2025 Perşembe 12:46