Rüya mı?
Büyüklüğünü ve derinliğini bilmediğim, kestiremediğim; ucunu bucağını görüp seçemediğim bir denizin önündeyim. Kim bilir, bir okyanustur bu belki de. Adını koyabilecek hünerde değilim bu suyun, en azından 'engin' bir deniz olduğunu görebildiğim kadarıyla.
Elimde bir olta var. Menzili uzun, kendisi kocaman bir olta. Ağırdır da kesin, mantıken. Fakat ağır gelmiyor bana. Varlığı görünüp bilinmeyen ama tam da o oltayı rahatlıkla kavrayıp kaldırabilecek kadar kaslı kollarım, omuzlarım ve sırtım varmış demek ki. Göze devasa ebatta görünen o oltayı her seferinde öyle rahatça kaldırıp savurmak, işten bile değil benim için. Hep bunu yapıyorum nitekim.
Ya çok yüksekte ya da çok alçakta olmalıyım; en azından, kesinlikle başka bir tabakada. Öyle bir irtifa kaybı, kazancı, farkı ya da uyuşmazlığı var zira. Hissedebiliyorum. Bambaşka bir katman burası.
Fakat bilindik yeryüzü tabakasına çok benzeyen esaslı unsurlar ve şeyler de mevcut. Güneş var mesela, Güneş! Daha ne olsun? Şiddetle esen ama üşütmeyen rüzgar var. Lodosa mı yoksa samyeline mi benzeteceğimi bilemediğim bir rüzgarın, bedenimi ılık okşayışı ve şiddetli yoklayışı var. Kayalıklara oturmuş, ıslanan eteğime hiç aldırmadan sadece oltamla ilgileniyor ve önümdeki denizi kesiyorum. Okyanusu belki de.
Hemen yanı başımda, demirden yapılmış bir kova duruyor. Her balıkçının kullandığı o kovalardan. Birkaç plastik leğen de var. İçlerinde balıklar ve 'tutup' içine attığım deniz canlıları ve cansızları var. Fakat bunların bir kısmı, özellikle de canlı olanları, o diğer -geldiğim- katmanlardakine öykünmemiş olan varlıklar. Bambaşkalar.
Sayılarının aşağı yukarı kaç olduğunu söylemeyeceğim ve fakat. O benim mahremim. Fakat gelin, onlarla ilgili diğer bilgileri paylaşayım sizinle. Daha doğrusu, içlerinden yalnızca bir tanesini anlatayım. Ki aslında en mahremim olanını ama hakkında yazmaya doy(a)madığım birisini. Çünkü insan yazmak; hiç olmadı, kendiyle dertleşmek ve söyleşmek istiyor...
Oltanın ucuna takılan çer çöpü, ne bileyim; plastik atıkları, erimiş olan büyük kağıt parçalarını hatta birkaç tane de plastik ayakkabıyı (yukarıda bahsettiğim 'deniz cansızlarını') o basit ve adi leğenlere doldurmuşum doldurmasına ama demirden yapılmış olan o kovaların en büyüğünün ve en geniş ağızlısının içine, ismine 'balık' deyip dememekte kararsız kaldığım, olağan dışı ve üstü bir canlıyı koymuşum (Ben balık diyeyim, siz anlayın.)
Alık bir balık değil ama bu; epey zeki olmalı. Bir balık, gözlerini kısarak bakar mı hiç, örneğin? O öyle yapıyor! Dikkatlice süzüyor beni, içinde solunum yaptığı o demir kovadan. Utanmasa dile gelecek! Göz hapsinden rahatsız bile oluyorum yer yer. Oralı olmamaya çalışıyorum. Islık çalıyorum. Şarkı söylüyorum. Gözlerimi sudan ve oltadan ayırmamaya çalışıyorum, aslında aklımın çoğunun ve fikrimin tamamının onda olduğu gerçeğini ona belli etmemeye çalışarak.
Çoktan batan Güneş'in yerini, yine bilindik tabakalardan aşina olduğum başka bir cisim alıyor: Ay. Hem de, dolunay! Denizin hemen üzerindeki mübarek, eşsiz bir yakamoz manzarası oluşturuyor. Minik dalgaların üzerindeki parlak ışık hüzmeleri ve ışık billurları...
Ve katman, uzam ve mekan ne kadar değişse de insan yine aynı insan ya, uykum geliyor. Islanan eteğimi, leğenleri ve kovamı toplayıp dönmeliyim artık. Evime, yatağıma, ait olduğum tabakaya dönmem lazım. Birazdan uyanmalıyım zira. Burada uykumun gelmiş olması, o demek. Uyanma vaktinin gelmiş olması demek.
Fakat o oltayı alıp savuran kaslı kollarımdan eser kalmamış gibi, ağır geliyor bunları taşımak. Tam bir sorumsuzluk ve vicdansızlık örneği sergileyerek hepsini, her şeyi; leğenleri, canlıları ve çöpleri orada bırakıp, saatlerdir oturduğum kayalıklardan kalkıyorum. Tabi orada bıraktıklarımdan bir tanesi müstesna! Onu yanıma alıyorum. Bilin bakalım hangisini?
Onu o demir kovanın içinden alıp, susuzluk çekilmesine izin vermeyecek kadar kısa bir sürenin içinde denize geri atıyorum, kendimle birlikte! Aslında, aynı anda. Fakat korkmayın, suyun içinde de yaşayabilirim. Burası böyle, burada öyle.
Tabi insan, yüzüne su çarpınca uyanıp yatağında bulmaz mı kendini hiç? Hayırlara gelsin... Suya anlatıyorum. O kısık gözlerin hala ama bambaşka bir varlık sahasından beni süzüyor olduğunu bilerek.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.