İbn’ül Vakt Olma
Yine her zaman ki gibi; ‘Selam duâsı’yla başlayalım efendim:
‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
Kaldığımız yerden devam ediyoruz;
“Ey arkadaş! Sofî ibn-ül vakt olur. Yarın, demek tarîkat âdâbına uymaz.”
Beyitte geçen ‘İbn-ül vakt’ terimi bir tasavvufi terimdir. Çeşitli Mesnevî şerhlerinde güzel izahatları var. Faydalı olacağı düşüncesiyle buraya onları almak istiyorum.
‘İbn-ül vakt’ (vaktin çocuğu olan sofî, içinde bulunduğu ânın hükmüne uyar. Buna mukâbil bir de ‘ebu’l vakt’ vardır ki o da; ‘vaktin babası’ anlamındadır. Bu terim, zamanı kendilerine uydurabilen, irâdesi Tanrı irâdesi tarafından kesilen tasarruf sâhibi erenler, hakkında söylenebilir. (Kuşeyrî, s.40-41/ B.Firuzanfer Şerhi, s.94-97/A. Gölpınarlı, Mesnevî Şerhi, İst, 1973, c.I, s.89-90)
Sofî ya makam sâhibi olur veya hal sâhibi olur. Makam sâhibi, dinleyenlerin, istidatlarını ve muhitinin ahval ve şeriatını gözeterek söz söyler, hal sâhibi ise… Böyle şeriat ile alakadar olmaz. ‘Makam sâhibi’ne ‘ebu’l vakt’, ‘hal sâhibi’ne ibn’ül vakt’ derler.(A.Konuk, Mesnevî Şerif Şerhi, C.I. s.133)
Tasavvuf lisanındaki İbn’ul vakt (vaktin oğlu) deyimi bunu ifâde eder. Henüz yokluk (fenâ) mertebesine ulaşmamış sofîler için zamânın her ânını değerlendirmek bir vazifedir. Bir de zaman ve mekan bağlarından kurtulup Allah’da bâkî olma dercesine eren fâniler vardır ki, bunlara ‘ârif-i vâsıl’ denir. Onlar zamânın hakikatine erdikleri için vaktin hükmünden kurtulmuş hatta zamânı kendi hükümlerine almış velîlerdir. Tasavvufta bu dereceye erenlere de ebu’l vakt (vaktin babası) denilir. (Ken’an Rifâi, mEsnevî Şerif, s.30 dip notu)
Bu bilgilerden sonra, ‘İbn’ül vakt’, ‘vaktin çocuğu’ anlamındadır. Tasavvufta, geçmiş ve gelecekle ilgilenmeyen yalnızca bulunduğu ânı iyi değerlendiren kişilere bu isim verilir. Yâni halk diline bile geçmiştir, denir ki; ‘Dem bu demdir’ ‘An bu andır.’ Geçmişe mâzi denir sâdece yaşanan silinmez, küçük anılar kalır. Gelecek ise daha gelmeyen kaybolup giden umutlar gibidir. Geçmiş bir daha gelmemek üzere gitmiştir, geleceğin ise ne getireceği belli olmaz. Bu sebeple gelen gelir, giden gider aslolan yaşanan andır. Sofî de işte o anı, en iyi değerlendirendir.
Kur’ânı Azûmüşşân’da: “O, her an yaratmaktadır.” (Rahman, 29) buyurularak kâinattaki bu devâsa âlemin sürekli yenilendiğini anlıyoruz. Varlık âleminde mevcut olanlar bir yandan, devri dâim yaparak yenileniyor, kimi varlıklar ömrünü doldurarak yerine yenileri yaratılıyor. Yâni âlemde bir devri dâim dönüp durmaktadır. Bu hakikatleri idrak eden ân-ı dâim diyerek anlar içinde hayat sürdürdüğünü bilir. İşte böylesi bir sûfîye ‘ibn’ül vakt’ denir.
“Yoksa sen sofî bir er değil misin ki? Var olan, veresiye yüzünden yok olur gider.”
Hüsâmettin Çelebi hakikate susamış olduğundan, Üstad Mevlâna tarafından yapılacak izahatın yarına ertelenmesini, tehir edilmesini istemiyor ve bu işin, geçmişten-gelecekten arınmış olduğunu geciktirilmemesi gerektiğini, yoksa sen ‘ibn’ül vakt değil misin ki, veresiye verilmesi, bir işin mevcut sermâyeyi yok ettiğini bilirsin, diyor. Devamla âdeta; ‘Ey Pîr halbuki sen makam sâhibi Ebû’l vakt (Vaktin babası)sın. Zamânı uhdene geçirmiş yüce bir ermişsin, ben ise senin hakir bir ibn’ül vaktinim. Beni geleceğe atma, itme, isteğime cevap ver. Gelecek bir zamâna kadar beklemek, nakit vermek değildir, bu iş veresedir. Vereseyi ertelemek hayal edilen vakte belki zarar getirir de oldurmayabilir.
“Ona dedim ki; Yârin sırrının gizli kalması daha hoştur. Sen hikâyeye kulak ver, anlamına dikkat et.”
Mevlâna hazretleri dostun sırlarının gizli kalması daha hoştur zira ‘sır’ zâten gizli kalandır. Sen anlatılan hikâyelere dikkat et, oradan almasını bilene güzel sırlar vardır. Hikâyelerin arasından âdeta örtülü bir güzelin içinden istersen, mânâ incilerini devşirebilirsin. Câhiller burada anlatılan hikâyeleri bir mâcera olarak görürler. Oysaki hikâyelerin içerisinden evliyâullah hazerâtının nice rûhânî halleri idrak edilebilir ama aklî ve ahlâkî zâfiyetler içinde bulunanlar, faydasız mülahazalar çıkartabilirler. Böylelerinin zihni ve kalbî dümûra uğramıştır. Hani bu iş şu misale benzer ki, nasıl ki güneş ışınları gâyet faydalı iken direkt yalıngözle güneşe bakan, zarar görürse, bu işte aynen böyledir.
“Dedi ki; Ey Mevlânâ, Beni baştan savma, açıktan açığa ve hiçbir şey saklamaksızın söyle.”
Hüsâmettin Çelebi Şems’e âit güzel halleri hikâyelerin içerisinde dinlemek yerine açıkça dinlemek isteğini Mevlâna hazretlerine tekrar tekrar ısrarla iletiyor. O da; Sen o sırları anlayamazsın, öğrenmeye çalışma, sonunda sen kendin üzülürsün. Ben sana Şems’i anlatamam sen de Şems’i anlayamazsın, der. ‘Beni kendi hâlime terk etme. Sırrı anlayayım isterim ama onu bilemem, bulamam. Sapla samanı birbirine karıştırmayayım. Sen, Hakk’ın sâkîkisin. Beni reddetme ki, Hakk’ın Kevser’ini senin elinden içeyim. N’olur sırları bana açık-saçık anlat. Dîni böyle açık söyleme gizli gizli anlatmaktan daha iyi değil mi?’ Der. (Abidin Paşa, Mesnevî Şerhi, Sadeleştiren Mehmet Said KARAÇORLU, İst, 2007, s.129)
Şimdilik bu kadar olsun. Efendim, sizlere hayırlı Cumâlar, diliyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.