Abdullah Uçar

Abdullah Uçar

Hılye-i Şerifler -2-

Hılye-i Şerifler -2-

Uzuna yakın orta boylu, fakat uzuna daha yakındı. İki omuzunun arası genişçe idi, iri kemikli, iri yapılı, güçlü kuv­vetli ve yakışıklı bir insandı. Cildi yumuşak, teni kırmızıya çalan beyazdı. Kirpikleri siyah ve uzundu. Gözleri kara ve büyükçe idi. İki kaşının arası açık, fakat kaşları birbirine ya­kındı. Saçları ne dümdüz ne de kıvır­cıktı. Mübarek baş­ların­dan omuzlarına doğru uzanan saçları, kulak yumuşa­ğına kadar inerdi. Sakalı sık ve bir tutamdı. Büyük başlı ve hilâl kaşlıydı. Alnı yüksek, burnu çekme, boynu uzun, göğsü ge­nişti. Karnı ile göğsü bir idi, şişman değildi. Zayıf da değildi, sıkı etliydi. Ayaklarının altı çukur idi; düz taban değildi. Göz­leri uzağı görür, kulakları uzaktan ses alırdı. Ya­nakları ne şişkin ne de çöküktü. Ağızları genişçe idi. Dişleri sık ve çok güzeldi. Yüzünün bütün çizgileri gö­rü­nürdü. Omuz­ları etli, omuz kemikleri enliydi. Pey­gamber Aleyhisselam o kadar güzeldi ki, Sahabeden bir çoğu ye­min ederek “ne O’ndan önce ne de O’ndan sonra Hz. Mu­hammed’den daha güzelini görmedik.” demişlerdir.

Hepsinin ayrı ayrı yazılış sebep ve serüveni olan, Osmanlı Divan Edebiyatındaki yüzlerce “Hilye” den birinin hikâyesini buraya alıyorum:

Hâkânî Mehmet Bey, saray çevresinde doğan, tahsil ve terbiye gören, sancak beyliği ve Dîvân-ı Hümayûn (Ba­kanlar Kurulu) da muhasebecilik yapan çok muhterem bir insandır. Bir gün Divan kâtiplerinden biri hastalanınca, yerine vekâleten Mehmet Bey’in girmesi kararlaştırılır. Dîvan da o gün önemli konular da görüşülecektir.

Hâkânî Mehmet bey, son derece muttaki, mütedeyyin, hüsnü ahlâk sahibi, gönül ehli, peygamber aşığı bir zattır. Aylardır karanlık gecelerin nurlu sabahlarında aradığı, bulduğu, gördüğü, kendini huzurunda hissettiği, manevi potasında eridiği, manevi zevklere gark olduğu, lâhûtî âlemlerde dolaştığı, seher bereketinden istifade ederek yazdığı 712 beyitlik eserini tamamlamış ve bu kıymetine paha yetmeyen eserini çalışma bürosuna götürmüştür.

Devrin Sadrazamı Sinan Paşa, şairin rahlesinin üs­tünde bu ölümsüz eseri tesadüfen görmüş, koltuğunun altına alıp evine götürmüş bir gecede üç defa okumuş, büyülenmiş, efsunlanmış, hayretler içinde kalmış ve eseri devrin sultanına da takdim etmiş, Sultan lll. Mehmet’de aynı duygularla hayran kalmış ve nadirattan olan bu eseri şairin de haberi olmadan kısa zamanda 5 nüsha istinsah ettirmiş (çoğalttırmış) ve üst düzey devlet ricalinin okuma­sını emretmiş. Kısa zamanda devlet gündemine oturmuş, herkes eseri ve yazarını konuşuyor ama Mehmet Bey’in bir şeyden haberi yok. O yine o mütevazı, samimi ve dervi­şane yaşantısına devam ediyor, görevini icra ediyor.

Mezkür toplantının bitiminde kâtipler salonu terk eder­ken sadrazam paşa “hele biraz durum bakalım” deyince herkeste bir tedirginlik bir tereddüt hâsıl olur, acaba ne var da toplantı bittikten sonra böyle sıra dışı bir şekilde durdu­ruldular?

O günlerde hem şeyhülislâm hem de hâce-i sultan (padişahın hocası) olan Hoca Sadettin Efendi: “Hele biraz yakınımıza gel Mehmet Bey” deyince bu mütevazı ve mahcup insanın yağları eriyor, acaba sultan da kafesli mahfilde olabilir mi? Diye o tarafa mahcubane bir bakış attıktan sonra titreyerek ortaya doğru yaklaşıyor.

“Tacü’t-Tevârih” eserinin yazarı, Yavuz Sultan Selim Han’ın can dostu Hasan Can’ın oğlu, Haçova Savaşının manevi kahramanı Hoca Sadettin Efendi, onun huzursuz olduğunu görünce rahatlatmak için hemen “Hilye’den:

Hâsılı ey şeh-i iklîm-i vefâ

Sana cânım da fedâ ten de fedâ

Beytini okur ve şöyle der: “Bu sözleri diyebilmek için öm­rünün yarısını, hatta belki tamamını vermeye hazır kaç mümin vardır bilir misiniz? Ben ihlâs ile böyle bir beyte ruh üflesem ahiretimden hiç korkum olmazdı. İmdi, bunca yıl­dır ki Devlet-i Aliyye’ye hizmette kusur etmemişsinizdir. İllâ bir hizmet eylediniz ki hepsinden fâiktir (üstündür) ve dahi eslâf (geçmişler) beyninde (arasında) böyle bir hizmet nasip olmuş âdem yoktur.” Bu sebeble Sultan lll. Mehmet Han Gazi sizin mükâfatlandırılmanızı ferman buyuruyor, dile bizden ne dilersen!

-Özür dilerim efendimiz. Kulunuz Hilye-i Saâdeti caize kastıyla nazmetmiş değilim. O aşk-ı Ahmedî’dir. Âşık ma­şuktan ne isteyebilir?

-İyi ama Efendi, hünkâr arzusunu geri çevirmek töre­den midir?

-Haşa fehâmetlüm, lütfettiğiniz takdirler bendenize en büyük caize (mükâfat) sayılır. Başka şey lâyık değil, zaiddir.

Fakat Sinan Paşa ısrar eder ve şöyle devam eder:

-Mehmet Bey, galiba anlamadınız, hünkârımız efendi­miz size bir caize takdir eyledi. Siz almamak hakkına sahip değilsiniz.

-Ama devletlûm, ben onun caizesini rûz-ı mahşerde Sultan-ı Kevney, Nebiyy-i Muhteremeyn, İmamü’s-sakaleyn Efendimiz hazretlerinden isteyeceğim. Burada istemeyi ucuza satılmak addeyleriz.

Bu sözler üzerine divan azaları dona kaldılar ve eserin neden bu kadar güzel olduğunu o an idrak ettiler. Divân’ın en ehven maslahatı sandıkları müzakere bir çetin ceviz çıkmıştı. Böyle bir talep karşısında kim caize verilmesini ısrar edebilirdi? Ancak madalyonun bir de öbür yüzü vardı. Şimdi bunu hünkâra kim arz edecekti? Bir yanda halis niyetle yapılmış bir nezir, diğer yanda devlet-i ebed-müd­det sahibinin bir fermanı.

O anda mesele birdenbire devlet krizine dönüşüverdi. Hâkânî’ye ısrar etmenin faydası olmayacaktı. Ama Sultana da mutlaka bir caize ihda kılındığını (verildiğini) bildirmek gerekiyordu. Hâkânî’ye izin verip gönderdiler. Sonra saat­lerce oturup meselenin halli için ne gibi çareler düşündü­lerse her birinin bir yönden mahzurlu olduğunu görüp vaz­geçtiler. Nihayet güneş guruba yaklaşmıştı ki herhangi bir sonuca varamadan, ertesi gün yine divan kurulup çözüm aranmak üzere karar alıp dağıldılar.

Kubbealtı’nda (bakanlar kurulunda) iki gün üst üste di­van kurulması alışılmış hallerden değildi. Ancak çok nadir zamanlarda ve acil kararlar gerektiği zaman olağanüstü toplantılar yapılırdı. Hilye-i Saadet’e verilecek caize birden bire devletin üst bürokrasisini karıştırmış ve adeta bir harp divanı gibi herkesin zihnini meşgul eden acil bir mesele oluvermişti.

Ertesi günü divanda büyük müzakerelerden sonra Mehmet Bey’e tekrar: “Hakanın teklifini reddetmek şeriata ve töreye uygun düşmez gibi…” sözlerle ısrar edilmiş ve ne türlü bir hediye istediği sorulmuş, bunun üzerine Meh­met Bey şöyle demiş:

-Artık ihtiyar oldum. Her gün Edirnekapısı’ndan piyade (yaya) olarak gidip gelmeye kudretim kalmadı. Müsaade buyurulsa da hayvan ile gidip gelsem. Dünyevi başka mü­kâfat istemem.

Bunun üzerine arzusu kabul edilmekle birlikte bu arzu­sunun devlet teşkilât ve teşrifatına uygun olmadığı düşü­nülerek mesele komisyona havale edilmiş ve üç kişilik bir heyetin konuyu incelemesi uygun bulunmuş.

Çünkü o dönemde cihat ehli yani askerler atlara biner, ilim ehli belli bir kariyeri, unvanı olan insanlar katırlara bi­ner yani onların tabir caizse makam arabaları onlar olur­muş. Diğer sıradan insanların şehir içinde binit kullanma­ları teamüle aykırı (yasak) imiş.

O zamanın âdetince komisyona havale edilen mese­lelerin bugünkü gibi gündemden düşmesi âdet edinilmemiş olmalı ki üç kişilik devlet ricali bu meseleyi hemen araştırır ve Hâkânî rütbesinde bir kişinin şehir içinde hayvana bine­rek dolaşmasının mümkün olmayacağına, Padişah fer­manı da olsa Kanunnâme-i Âl-i Osman hilafına maslahat görülemeyeceğini, yasaları bir defa çiğnemenin devlet teşkilatını ileride hasara uğratacağı için nizam-ı devleti muhafaza etmek gerektiğini mübeyyin bir ariza hazırlar.

Eyvah!.. Asıl devlet krizi şimdi ortaya çıkmıştı. Her şey yeniden mi başlayacaktı? Ya hünkâr sorarsa ne denilebi­lirdi? Hâkânî Bey de bir hediye alsaydı ne olurdu? Sorular, sorular…

Hâkânî Mehmet Bey’in atla gidip gelme arzusu O dö­nemde Osmanlının delinmez devlet bürokrasisine takılır ama bir hile-i şer’iyye de bulunur. Uzak olan evine atla gidip gelmesine müsaade edilmez ama ona iş yerine ya­kın bir yerden bir ev, Sultanın hediyesi olarak takdim edilir. Mesele böylece tatlıya bağlanır ve devlet teamülleri ve kuralları da zedelenmez.

Hâkânî Mehmet Bey, 1606 yılında vefat etmiştir. Vefatı esnasında yanında bulunan akraba ve dostları onun şöyle diyerek son nefesini verdiğini rivayet etmişlerdir:

“Yâran-ı safâ! Cennet bağçeleri ne güzel köşkler imiş”. (Hılye-i Hakânî ile ilgili bazı bölümler, İskender Pala’nın “Şiirler, Şairler, Meclisler” L ve M Yay. 2002, s.108’den özetlenerek alınmıştır.) 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Abdullah Uçar Arşivi
SON YAZILAR