Aklı Aşkın Önünde Kurban Etmeli
Yazımıza yine; ‘Selam duâsı’yla başlamak isteriz;
‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
Efendim aşk konusuna yine devam edelim, bu haftaki beytimiz şöyle;
“Gerçi lisânın tefsir ve tâbiri parlaktır. Lâkin lisansız ve tâbirsiz aşk daha parlaktır.”
Kuru ibâdetler bizi cennete de rızâya da ulaştırmaz. Ancak içi dolan ibâdetler mü’mini amaca eriştirir. Mevlâna hazretleri, bir defâsında; ‘Gel seninle dilsiz-dudaksız konuşalım.’ Der. Dil önemlidir hatta pek çok konuda yaldızlı, şatafatlı sözcükler söylenebilir ama asıl olan kalptir. Kalple hissedilen çok daha başkadır. Zâten aşk, dil ile değil, hal ile anlatılır. Hz. Mevlâna’ya aşk, nedir? Diye sorduklarında ‘Ben ol da gör’ diyor. Bu sebeple aşk, târif ve tefsir edilemez. Dolayısıyla aşk ile ilgili pek çok misaller anlatılsa, sayfalar dolusu yazı yazılsa, Mevlâna hazretlerinin bu sözü ile ancak bu kadar güzel anlatılabilirdi. Dilsiz olan aşkın dili tıpkı câriyedeki gibi sararan yüz, solgun beniz, zayıflayan beden ve gözyaşıdır. Bunun hâricinde aşkın bilinmeyen daha nice halleri vardır.
“Kalem ki çar çabucak yazıp gidiyordu. Aşkın tefsiri bahsine gelince, tahammül edemeyerek yarıldı.”
Aşkı anlat deseniz, dil anlatamaz, kalem dahi çatlar. İnsan da aynı kalem gibidir, farklı konuları anlar, anlatır ama aşk husûsuna gelince lisânı susar, kalemi kırılır zira aşk, izâhı zor olan mânevî bir haldir, vücudun tüm hücrelerine sirâyet eden aşk, beşer diliyle anlatılamayan nevi şahsa münhasır bir muhabbettir. Aşkın hâlinden olsa olsa ancak âşıklar anlar. Sınırlı olan akılla sınırsız aşka ulaşılamaz. En iyisi biz aşkı anlamaya değil, yaşamaya çalışalım.
“Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi âciz kaldı. Aşkın da, âşıklığın da şerhini yine aşk söyledi.”
Akıl, insana bilinmeyeni keşfettirir, bildirir, bulunmayanı buldurur. Bâzılarını da hayret ve hayranlık vâdilerinde dolaştırır. Akıl, Cenâbı Mevlâ’nın insanoğluna bahşettiği harikalar nev’indendir. Ancak böyle olmasına rağmen o aşk karşısında aynen buradaki gibi ifâdesini bulan çamura yatan merkepler gibi âciz ve şaşkın kalır. Kâbe’ye akıl ile değil aşk ile gönül ile gidilir. Akıl ile aşk anlatılamaz, bu sebeple aşkı anlatmak adına aklı zorlamamak gerekir. Aslında aklı âciz bırakan, ilâhî tecellilere yönelik sırlardır. Aşk da bunlardandır. Herkesin mâneviyattan, muhabbetten hisselenmesi kendi anlayış kapasitesi kadardır. Kimileri elini denize soktuğu kadardır kapasitesi, derinlemesine dalamaz, sığlık vâdisinde dolaşır, durur. Bunu şu yaşanan ibretli hâdiseyle bağ kurarak daha iyi anlayabiliriz.
Hakk’ın Habibi Rasûlullah aleyhissalâtu vesselam, Cebrâil’in eşliğinde Miraç hâdisesinde, yedinci kat göklerde bulunan ‘ulu bir ağaca’ benzetilen ‘Sidretü’l Müntehâ’ya geldiklerinde; ‘Ya Rasûllallah, ben artık bir adım öteye geçemem, yoksa yanarım.’ Dediğinde Rabb’i Teâlâ’nın koskoca vahiy meleğinin dahi erişemeyeceği haller olabiliyor ki, bu, akıl hudutlarının da anlamayacağı hallerdir. Sidre’den sonra Hakk’ın harimiydi ki, oraya ancak kâinat O aleyhissalâtu vesselâm’ın nûrundan yaratılan Muhammed Mustafa erişebildi. Diğer peygamberler de, kendilerine Cenâbı Hakk tarafından izin verilen aşkın bir muhabbet hâli nasip edildi. Şunu da belirtmek gerekir, O güzel peygamberler ilâhî sırlardan yalnızca aşkları ölçüsünce istifâde ettiler. Bu durumu Mevlâna hazretleri şöyle izah eder; ‘Aklı aşkın önünde kurban etmeyen, bu bilgiye eremez.’ Dolayısıyla mânevi sırlar yalnızca aşkı ilâhîyle çözümlenir.
“Güneşe delil yine güneştir. (O’nun varlığına dâir) sana delil gerek ise Ondan yüz çevirme.”
‘Güneşin varlığından şüphe etmek, Güneş var mı, yok mu? Gibilerden varsayımlarla boğuşmak, abesle iştigalden başka bir şey değildir. Görünüp duran bir şeyin varlığı hakkında tereddüt etmek, aklı başında bir kişinin kârı değildir. Böyle bir şüpheye düşene; ‘Güneşe bak’ demek kâfidir. Güneşe birazcık bakanın gözleri kamaşır. Bu olayda Güneşin; benim varlığımdan şüphen mi var? Sonra gözlerini kör ederim! İhtârı vardır.
Kâinâtın devâsa bünyesinde, güneşler bile bir hücre, bir zerre mesâbesindedir. Kâinât ölçüsünde bir minicik varlığın ışınları gözünü kamaştırıp dururken kâinâtı ve daha nice güneşleri Yaradan’ın tecelli ışıklarını göremiyorsan karanlık bir gaflet içinde kalmışsın demektir. Güneşin harâreti, aşkın harâretini, aydınlığı da aşkın gönül seherini ifâde eder. Âşığın güneşi ise, kendi gönlünde doğar. Erenlerin tertemiz gönül aynaları, Hakk’ın Esmâ tecellilerinin kaynaştığı, oynaştığı yerdir, nûr kaynağı, feyiz menbâıdır.
Mürşidlerin bu gönül iksirleri, onların yüzlerinden, gözlerinden taşar. Her kap içerisindekini sızdırır. Hak âşıklarının yüzlerinde secdenin nurlu işâretleri vardır. (Fetih, 29)
Bu işâretler, güneşin ışığından daha da net ve parlak olur. Gören gözlere de Yüce Yaradan’ın delili, yine kendisi, güneşin delili yine Güneş, Peygamberin delili kendisi, erenlerin delili de onların tebessümlerinden dökülen nurları, gönüllerinde yoğunlaşan ilâhî aşkın sevecenliği, yüzlerinden, gözlerinden, davranışlarından sızması, akıp taşmasıdır.’(Mesnevî-i Mânevî Şerhi-İlk 1001 Beyit, Hüseyin TOP, Konya, 2008, Tablet Yayınları, s.115-116)
Efendim bugünlük de bu kadar olsun. Sizlere hayırlı Cumâlar diliyorum.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.