Vesayetli Demokrasi
Bu günkü siyasiler konuşmalarında genellikle, cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki idare şeklini tek parti idaresi, parti devleti ve tek adam diktatörlüğü olarak tanımlar.
Sözlerini yine çoğunlukla, “Askeri Vesayete ve Parti Vesayetine son verdik” diye bitirmeye gayret eder.
Söz budur. Ama uygulama asla bu doğrultuda değildir.
Adına pretoryanizm olarak da adlandırılan uygulama, devlet seçkinlerinin siyaset üzerindeki kontrolüne dayanan bir yönetim biçimi olarak tarif edilmektedir.
Otokratik siyaset mutlak güce sahip yönetici, diğer insanların görüşlerini veya isteklerini dikkate almayan bir idari yapılanmanın veya devlet üzerinde mutlak gücün, bir kişinin ellerinde yoğunlaştığı bir yönetim sisteminin hayata hâkim kılınmasıdır.
Bundan dolayı bu gün gelinen noktada, muhalefetin söylediklerinin yarısını bir kenara koysak bile, ülkemizde gittikçe yoğunlaşan bir korku kültürünün hâkim olduğu düşüncesi yaygınlaşmaktadır.
Muhalif siyasilerin iktidarın ülkeyi kaosa sürüklediğini ve iktidarlarını devam ettirebilmek için de korku imparatorluğunu hâkim kılmak istediği iddiasıyla açıklamalar yapması, bu düşüncenin doğmasına sebep oluyor.
Yine muhalefetin siyasi iktidar, yandaşı partiler ile birlikte kendisine muhalif toplum kesimlerini ötekileştirerek düşman olarak görüyor, hatta düşman muamelesi yapıyor şeklindeki açıklamalar özellikle dikkat çekiyor.
Siyasi iktidarı paylaşanların vatandaşlar ve diğer siyasi parti temsilcilerinin, demokrasi adına yaptıkları haklı eleştirilere bile asla tahammül edemediği iddiasını dillendirenler sayısı gün geçtikçe fazlalaştığı iddia ediliyor.
Otoriterleşme, iktidarı eleştiren insanların fikirlerinden dolayı gözaltına alındığı, tehdit edildiği ve hapse atıldığı bir idari yapılanma olarak tarif ediliyor.
Bu düşünceleri dile getirenler; AKP iktidarının ikinci on senesinde ileri demokrasi, tam demokrasi yerine gördükleri uygulama karşısında parti devleti, tek adam, tek parti rejimine doğru gidildiği iddiasıyla “gitti askeri vesayet; geldi parti vesayeti” şeklinde bir slogan ürettiler.
Bizim ülkemizdeki insanların otokratik siyasete ve otoriteleşmeye kökten karşıyız, demokratik sivil siyaseti savunuyoruz, askeri vesayetten ve güçten yana değiliz, haktan, haklıdan ve hukukun üstünlüğünden yanayız demeleri sizi asla aldatmasın.
Görüşü ne olursa olsun siyasiler iktidarı devraldıkları günden itibaren, şikâyet ettikleri her türlü olumsuzluğu, kendileri için bir hak olarak görmekten çekinmemişlerdir.
Bundan dolayı insanlar, siyasetçilerin her zaman tam demokrasiyi, temel hâk ve hürriyetleri savunmaya devam edeceğiz, darbeler, muhtıralar, kalkışmalar ve otokratik siyaset çözüm değil, çözümsüzlüktür, çare ve çözüm gerçek manasıyla demokratik hukuk devletindedir demelerine artık değer vermemektedirler.
Bundan dolayı siyasilerin “Türkiye’nin Suriye yapılmasına asla izin vermeyeceğiz, Türkiye’yi muhaberat rejimi mantığıyla, Baas rejimini aratmayan kirli yol ve yöntemlerle parti devletini inşa etmeye çalışanlara izin vermeyeceğiz, bunlarla demokratik yol ve yöntemlerle mücadele etmeye devam edeceğiz” demelerinin de bir karşılığının olmadığına inanıyoruz.
Bu durumda Türkiye’nin tam anlamı ile fikir ve ifade özgürlüğünün olduğu, güçler ayrılığı ilkesinin hayata geçirilerek, güçlü bir parlamenter demokrasinin işlerlik kazandırıldığı, demokratik hukuk devleti olacağı günlerin yakın olduğuna inanan kaç kişi var diye sormak gerek.
Çünkü fikir ve ifade özgürlüğüne herkesin saygı göstermediği, muhalif siyasetçilerin gözaltına alındığı ve kendisine oy verenlerin düşünceleri aksine, bebek katilleri ile Amerika, NATO ve İsrail uşağı bölücülere masum muamelesi yapıldığını görenlerin hüzünleri ortadadır.
FARKINDA MIYIZ?
Demokrasi, diktatörlük, askeri ve bürokratik vesayet, cunta veya dikta rejimleri söz konusu olduğunda, İngiliz yazar George Orwell’ in 1949'da yayınlanan, "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" adlı romanını hatırlamamak olmaz. George Orwell’in bu eserinde; Gelecekte, gelişmiş iletişim ve medya teknolojilerinin insanları küresel çapta bir diktatörlüğe götüreceğini ve insanların totaliter bir yönetim altında yaşayacağını, iş başına gelen “Büyük Birader” in baskıcı yöntemlerle yöneteceğini ve her şeyin onun kontrolü altında olacağını alegorik, distopik ve politik bir dil ile anlattığı söylenir.
Kitaptaki olayların, faşist ve komünist rejimlerden esinlenerek oluşturduğu ileri sürülmüş olsa da, yaşadığımız olaylarla insanların üzerlerindeki baskıdan hoşlandıkları ve düşünme melekelerini dumura uğratan teknolojileri yücelttiklerini görülmüştür.
Hiçbir baskı ve şiddete gerek kalmadan insanların kendi seçtikleri diktatörlere, yani “Büyük Biradere” kendi iradeleriyle gönüllü bir şekilde bağlanıp tapacakları ve insani özellik ve özerkliklerini teslim etmekten geri durmayacakları galiba romanlardan sonra gerçek hayatta da gerçek oluyor.
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.