Ayşe Aslı Duruk

Ayşe Aslı Duruk

Kendine Tahammül Edebilir misin?

Kendine Tahammül Edebilir misin?

Alıntısı sıkça yapıldığı için, Charles Bukowski'nin yazmış olduğu şu satırları

belki daha önce bir yerlerden okumuş olabilirsiniz: "Sabah kimse uyandırmadığında, gece bekleyenin olmadığında ve ne istersen yapabildiğinde, bunun adını özgürlük mü koyarsın yoksa yalnızlık mı?"

Bir düşünelim...

Yalnızlık ve özgürlük kavramlarının arasındaki bıçak sırti farkı ve dirsek teması mesafeyi sorgulayan bu yaklaşım, net bir cevaba halen ulaşamamıştır ve zaten ulaşmış olsaydi dahi, ancak ve ancak subjektif ve öznel bir yanıt olurdu bu. Ki insan, bu tarz sorgulayışlari illa ki kendi süzgecinden geçirmek ve bunlara bir de kendi penceresinden bakmak ister. Oldukça kişisel işler... Dolayısıyla tam da bunu yapacağım şimdi. Nerede benim pencerem, haniymiş benim süzgecim?

Yalnızlığı, kurtulunması, uzaklaşılması ya da şifalandırılması gereken bir illet ya da distopya olarak algıladığımız zaman, insanî bir telaş, acemilik ve acelecilikle hemen bir reçete oluşturmaya çalışacağız, el yordamıyla. Öyle, çalakalem... Bir ya da bir kaç kişi ya da sebep bulmaya ve onlara can havliyle tutunup onlarla bağ kurmaya çalışacağız ki, 'yalnızlık' denen o kabusun, rüyalarımıza girmesine bile izin vermeyelim. Ne eve alması, avluya bile koymayalım onu! Zira yalnızlığa katlanamayız ve kendimize zaten hiç tahammül edemeyiz ki!

Gerçi, düşününce evet, kendi kendine satranç oynayamaz çoğu... Konuştuğundaysa, kendi sesinin yankısından gayrı bir ses işitemez. Sessizlikteki çok sesliliği ve ondan köşe bucak kaçıp saklandığı yalnızlıktaki kalabalığı göremez. Hürriyetin hiç bir tadı ve anlamı yoktur onlara göre. "Özgürlük mü? Al senin olsun" derler.

"Ver" o halde! "Benim olsun!" Eger azlığım ya da çokluğum; miktarım; boşluğum ya da doluluğum - Bukowski'nin belirttiği üzere- beni bekleyen birisinin varlığına ya da yokluğuna bağlı olarak şekillenip anlamlanacaksa, hatta yine yazıda belirtildiği üzere, 'ne istersem yapabilmek' konusundaki iplerim(!) başka bir karar mekanizmasının iradesine ve eline teslim edilecekse, ben buna 'asıl eksilme ve yalnızlaşma' derim. Biliyorum, bir kısmı bunun tam tersini düşünecek ve bu tür bir hürriyeti, hakkında ancak karalar bağlanılması gereken distopik bir yalnızlık hatta ıssızlık olarak adlandıracaktır. Issızlık... Öyle ya, kişinin kendi varlığı öylesine aç, eksik ve bir başka beşere muhtaçtır ki bunu muhakkak diğer insanlarla ve yine onlarla bağlantılı işlerle doldurmalıdır.

Peki ya, o dolgu maddelerinin kendileri de bir o kadar boş ve açsa? Zihni, bir başkasına teslim etmek, bir nevi tutsaklık olmaz mı? Esaret ya da kölelik?

Ee? Çevremizde insanlar olmasın mı o halde? Bu sonuca mı çıkıyor, tüm bu yazılanlar? Hele insan, kaba ve kabaca bir tabirle bir 'sosyal hayvan' iken? Kurulan insanî ilişkilerin ve bağların, serotonin ve dopamin gibi mutluluk hormonlarıyla doğrudan bağlantılı olduğu, bilimsel delillerle kanıtlanmışken?

Yok efendim, yok. Diyemeyiz ki müstakil ve münzevî bir yaşayış tarzı benimsenmeli! Bunu demiyoruz. Dediğimiz, kendisinden kaçıp uzaklaşılması en imkansız menzile sahip olan öz, asıl, mutlak ve tek varlığa, ancak ve ancak ismi 'yalnızlık ve özgürlük' olan bir araca binmek suretiyle yakınlaşılabileceği... Ütopya, sevimsiz olarak görülen o 'yalnızlık' halinin içindeki özgürlüğün oralarda bir yerlerde saklı değil mi sanki? "Nefsini(kendini) bilen, Rabbini(yaratıcısını) bilir." demiyor mu o meşhur tasavvufî vecize?

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum
Ayşe Aslı Duruk Arşivi

Ses

28 Haziran 2025 Cumartesi 06:10