Mustafa Balkan

Mustafa Balkan

Deprem, Obruklar ve Denge

Deprem, Obruklar ve Denge

6 Şubat depreminden sonra Konya’da da deprem olmuştu. 4,2 büyüklüğünde olmasına rağmen dipten gelen şiddetli bir sarsıntıyla irkilmiştik.

“Konya deprem kuşağında değil! Konya’da deprem olmayacak!” diye bir şey yok. Anadolu’nun her bölgesinde ve her şehrinde deprem olabilir. Burada önemli olan zelzeleler ile her türlü âfet ve felaketlere karşı devlet, halk ve birey olarak hazırlıklı mıyız? Bunu sorgulamalıyız.

1999 Marmara Depreminde hazırlıklı olmadığımız ortaya çıkmıştı. Bu depremden 23 yıl sonra 6 Şubat’ta yaşadığımız o asrın felâketinde; Gölcük depreminden ibret almadığımızı gördük. TSK üç gün sonra deprem bölgesine intikal ederek kurtarma ile güvenliği sağlamaya başlamıştı. Deprem uzmanları, İstanbul’da gerçekleşen 6,2 büyüklüğündeki depremin “uyarı” mahiyetinde olduğunu ve beklenen Büyük İstanbul Depremi’nin ise, bu depremin etkisinden 22 kat daha fazla olacağını ifade ediyorlar.

Altı nokta iki büyüklüğünde bir deprem Konya’da olsaydı, acaba nasıl bir felâketle karşı karşıya kalırdık? Düşünmesi bile insana korkunç geliyor!

Gittikçe çapları genişleyen obruklar, muhtemel bir depremin habercisi veya uyarıcısı olamazlar mı? Obrukların neden oluştuğunu burada anlatacak değilim. Malûmat veren Google’ye de sorulabilir. 6 Şubat felaketinden sonra Konya’daki obrukların gittikçe büyüdüğü ve derinleştiği de bir gerçek. Yeraltındaki suların çekilmesi de depremlerin veyahut daha başka ‘afetlerin tetikleyici unsuru olamazlar mı?

Ulu Tanrı, Kutsal Kitabı’nda “Şüphesiz biz, her şeyi bir kader (hikmetli bir ölçü) ile yarattık.” (Kamer, 49) buyuruyor. Okuyanları tefekküre daldıran Kur’an-ı Kerim’in başka âyetlerinde de dengenin önemine dair haberler mevcut. Meselâ, “Akar bir nehirden abdest alsan bile israf etme!” hadisi bizi, suyu israf etmeden ölçülü kullanmamız gerektiği konusunda uyarıyor. Demek ki tabiat bir denge üzerine kurulmuş. Hayat ise bir dengeden ibaret. Arz ve semâ “halife” insanın emrine verilmiş. O halde insan tabiat kitabını iyi okumak ve tanımak zorunda.

Konya bir milyon yıl önce acaba nasıldı? Meselâ, 5 bin yıl önce sularla çevrili bir deniz (göl) havzası mıydı? Çatalhöyük ve diğer höyüklerdeki arkeolojik kazılardan elde edilen buluntular bizi iç sular ile dış sulara doğru götürüyor. Suların yükselmesiyle birlikte yüksek yer ve bölgelere göçler de başlıyor. Birde insanın kendi içinde yaşadığı göç var ki, asıl üzerinde durulması gereken nokta orası. Milyonlarca galaksi ve milyarlarca yıldızlar arasında yer alan dünya, Samanyolu galaksisinde uzaydan çekilen fotoğrafına bakıldığında toplu iğnenin ucu gibi bir noktadan ibaret. Yeryüzündeki insana gökyüzünden bakıldığında ise yine nokta kadar gözükür. Şeyh Galib ise, bir şiirinde “Hoşça bak zâtına kim Zübde-i Âlemsin sen” der. Yâni insan “kâinatta yaratılmışların özü/göz bebeği” oluyor. Âlemin özü ve varlıkların gözbebeği olan insan, kendi iç dünyasındaki dengeyi sağlayamadığı, ölçüyü kaçırdığı zaman kendisine emanet edilen arz ve semâdaki denge de altüst oluyor.

Mademki Allah “kâinatı bir ölçü (denge) üzere” yarattı, o halde ölçülü olmak, bu ölçünün bize verdiği ölçeklere göre hareket etmek mecburiyetindeyiz. O vakit Kur’an’a ve aşk dini olan İslâm’a göre davranmak ve amel etmek gerekiyor. İslâmiyet hem tabiatı, hem dünya ile ahireti, hem de madde ile mânâyı bir dengede tuttuğuna göre; İslâm ve Müslümanlık bir denge dini. Aslında “Tevhid” dengenin tâ kendisi. Denge için en önemli şeylerden birisi Adalet ölçüsüdür. Ne zaman ki adalet ölçüsünde şaşma, adalet dengesinde bozulma meydana geliyor; hayatın akışındaki denge ve ölçü bozulunca da haksızlıklar ve adaletsizlikler oluşuyor. Ölçü kaçınca ortaya ifrat tefrit çıkıyor.

Kalkınmayı ele alırsak, orada da öyle. İslam hem maddî kalkınmadan hem de manevî kalkınmadan bahseder. Burada bir “ikilik” var mı? Yok. Ama “Batı” öyle düşünmüyor. İkiliği kendileri yaratıyor, ölçülü ve dengeli hareket etmiyor.

Kapitalizmin temelinde ‘kâr’ın sınırsızlığı vardır. Osmanlı ekonomisine baktığımızda ise karşımıza bir denge iktisadı çıkar. Kârlar sınırlı, giriş sınırlı, çıkış sınırlıdır. Kim ne üretecek, ne üretmeyecek veya ne kadar üretecek? Osmanlı’yı ayakta tutan dengeli bir üretimdi. Osmanlı’nın çözülmesi, dengesini kaybedilmesiyle başladı. Adalet dairesinin dengesi bozulunca…

Osmanlı’da adalet, ordu, toprak ve vergi sistemi vardı. Sistemin kalbi reaya (çiftçi) idi. Çiftçiye ne kadar adîl davranıyorsanız, o kadar fazla üretiyordu. Ne kadar fazla üretirse o kadar fazla vergi alıyorsunuz, ne kadar fazla vergi alırsanız o kadar güçlü bir ordunuz oluyordu. Osmanlı’da sistem denge üzerine oturuyordu. Bu sistemde zanaatkârın yeri belliydi, ulemanın yeri belliydi, umaranın yeri de belliydi. İlmiyenin, tıbbiyenin ve dahi padişahın da yeri belliydi. O dengeler moderniteyle, endüstri devrimiyle bozulunca, Osmanlı başka bir tarafa evrildi. Osmanlı 700 yıl boyunca dünyaya hükmettiyse, devleti ayakta tuttuysa; bu, o denge sayesindedir. İslâmî kuralları da hayatın kendisiyle buluşturarak bir denge yapmıştı. Lâfla peynir gemisi yürütmemişti. Günümüzde yapıldığı gibi…

Günümüzde yeryüzünde de gökyüzünde de ölçü kaçtı ve tabiatta denge insan eliyle bozuldu.

“Sizin başınıza gelen herhangi bir musibet (zelzele, sel baskını, kasırga, kıtlık ve benzeri âfetler, ahlâkî çöküşler, geçim sıkıntısı, sevgisizlik, saygısızlık, güvensizlik, beceriksiz idareciler, ekonomik bozukluklar, haksızlık, adaletsizlik) kendi ellerinizle kazandığınız (günahlar) yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ, 30)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Mustafa Balkan Arşivi