Ahmet Güldağ

Ahmet Güldağ

Sekiz Asır Evveli, İstanbulda İftar Yemekleri

Sekiz Asır Evveli, İstanbulda İftar Yemekleri

"Öyle anılar vardır ki, onları hayal edip baştan yasamak bile dünyaya değer" anlamına gelen Geçmiş zaman olur ki hayali cihana değer” güzel sözümüz vardır.
Pek çoğumuz bu anıları merak ederiz işte bendenizde gazetemizin Ramazan ekindeki önceki yazımda belirttiğim gibi
(https://www.merhabahaber.com/Ahmet_Guldag+Sekiz_Asir_Evveli_Istanbulda_Iftar_yazi5463.html)
Sekiz asır evvel İstanbul’da yaşanan iftar sofralarını anlatan ve yayınlayan Merhum Balıkhane Nazırı (Demek o zamanlar sadece Balıkhaneye bile Nazır yani Bakan varmış!) Ali Bey’in bir de iftar yemekleri anında ki oluşumları ortaya döken güzel yazısını olduğu gibi sizlere sunmak isterim.
***
“Top atılmasıyla beraber oruçlar açılır, o mükellef sofraya bir hücumdur başlar;
Çorbalar, yumurtalar, etler, börek ve tatlılar birbirini takip ederdi
Beldemiz âdeti gereğince, hele Ramazanlarda yemeklerin çokluğu, misafirlerin ağırlanmasına bir ölçü kabul edildiğinden, yemeklerin arkasının alınmasına kadar beklemek tiryakilerin işine gelmediğinden, çoğu özür dileyerek sofradan kalkardı.
Vekil, vezir ve büyüklerin konaklarının çoğunda yemeğe ara verilmek usulü kabul edilmiş bulunduğundan, iftar vaktine birkaç dakika kala, hazır bulunanların önüne, ufak tepsilerde reçel, peynir, zeytin gibi kahvaltı ve bir iki kâsede çorba konulurdu.
İftardan sonra nargile, çubuk, kahve, enfiye vb. gibi şeylerle keyifler yerine getirilirdi. Mükellef giyinip kuşanmış olan iç ağaları, hizmete hazır bir durumda beklerdi.
Gerçi yemekten önce ve sonra, leğen ve ibriklerle elleri yıkamak adet ise de, yemeklerin ellerle yenilmesi çirkin görüldüğünden, sonraları yavaş, yavaş çatal kaşık bulundurulması da yaygınlaştı.
Vaktiyle Öd ve Amber yakılarak, her tarafı kokulara boğmak adetti.
Büyük daireler de kahve, çubuk gelmesinde de bir çeşit teşrifat vardı. Evvela çubuklar uzun olmak ve kıymetli Kehribar ve süslü imamelerle bezenmiş bulunmak, mevcut misafirlere bir anda verilmek şart idi.
Hatta Hariciye teşrifatçısı Kamil Bey, hizmetkârların çubuk getirmesinden kinaye “Bu Kargılı heriflerden ne zaman kurtulacağız?” derdi.
Kahve takımını dairenin Kahvecibaşısı getirip, odanın uygun yerinde durur, kahve ibriği, soğumaması için “stil” denilen gümüş zincirli ateşliklere konurdu. bu stili taşıyan yamak da Kahvecibaşının yanında bulunurdu.
Ne kadar misafir varsa o kadar ağa(!) Kahveci başının çevresine dizilirdi. Tepsinin üzerinde bulunan sırmalı örtüyü kıdemli iç ağası kaldırıp Kahveci başının omuzuna kor, sonra ağalar kafesli gümüş zarflarla fincanları alıp, ateşlik üzerinde bulunan ibrikten kahveyi koydurup, zarfın altından tutmak şartıyla yine bir anda misafirlere verirlerdi.”
Nazır Ali Bey sofrada ki olanları böyle geçtikten sonra, bir diğer sofra anlatımına geçiyor..
MUSTAFA PAŞA’NIN SOFRA VE YEMEĞİ
“Mısırlı Fazıl Mustafa Paşa dairesinin iftar ve sahur ziyafetleri, gerek Ramazanlar da, gerek diğer günlerdeki yemekleri, diğer Nazır dairelerin de çıkan yemeklerin hiç birisine benzemez. Çünkü, Türk aşçısı, Frenk aşçısı, yemeklerinden başka, diğer deniz mahsullerinden kilerci başı birtakım yemekler daha hazırlardı.
Yemekler gayet lezzetli, kaplar büyük ve porsiyonlar çoktu.
İftardan başka, sahur yemekleri de, konuşulmaya değer. Dana, hindi ve av etlerinden yapılmış soğuk yemekler verildiğinden, birçok kişi sahur yemeğine de giderdi.
Mustafa Paşa dairesinde, usta, kalfa ve çırak olarak kırk beş Türk aşçısı olduğu ve o nispette alafranga ve kadın aşçıları bulunduğu ve hele Karanfil Kalfa’nın harem de pişirdiği yemeklerin lezzeti, o zamanları bilenlerin malumudur.”
***
Bu günkü el üstünden olanlar bir tarafa, kendilerince yapılmakta olan iftar yemekleri ile kıyaslamak bile zor olur herhalde!..
Hele o zamanların konak sahiplerinin bizzat kendi keselerinden yapmasıyla manevi durumunu da(!) düşünürsek!..
O İftar ve yemeklerini, görebilmek ne gezer!
Sadece hatıralarını okuyor ve bu gün Ramazan arifesi olarak Mübarek misafirimizin son kalış günü olup uğurlarken yarın Ramazan Bayramı’nı karşılayacağız inşallah.
***
Çocukluk günlerimiz de Ramazan’ın on beşinci gün sonrası teravi arası “Elveda” natını teravi namazı arasında güzel sesli ve makamı bilen müezzinlerce okunurdu. Cami içini çınlatan, dinleyenlerin gözlerinden yaş damlatan “Elveda ey şehr-i Ramazan” naat (methiye-övgü) belki bazı yerlerde yine okunmaktadır.
Bu naatı da sunayım sizlere…
***
“Elveda bizden sana ey şehr-i rahmet elveda
Sen gidersen yaktı bizi nar-ı firkat elveda
Geldiğin vakit yer gök, ahali cümle melekler sevinir
Gittiğin vakit ağlaşıp, çağrışırlar elveda
Hoş sefalar vermiştir bize vaslın şerbeti
Çünki gittin, fırkat ettin ah hasret elveda
Nurunla zeyn olurdu cümle mescitler tamam
Zikr, tespih hem teravih gitti bunlar elveda
Konuğunduk birer ay, şimdi terk ettin elveda
Minareler kargıda zar-ı giryan elveda
Gündüzün iyd idi bize gecelerin kadirdi
Gafletile çıktın elden can, canan elveda
Zi saadet şol kula kim seni hoşnut etti
Sen gidersen hoş sefalar tuttuk biz hak emrini
Yine kaldık hasretle zar-ı giryan elveda
Açılır cennet kapısı, örtülür nar-ı cehennem
Ey mübarek ferd-i âli şehr-i gufran elveda
Lütuf kıl, bizden şikâyet etme varıp hasret
Gerçi biz kullarda çoktur cümr-ü isyan elveda
Ya ilahi sen bu Mesced kavminin günahını
Lütfunla sen bağışla padişahım elveda”
***
Tüm Müslüman âlemi ve din kardeşlerimin Ramazan Bayramı’nı tebrik eder, sağlık ve esenlik içinde sevdikleri ile beraber yaşam ve bayramlar dilerim. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Ahmet Güldağ Arşivi
SON YAZILAR