Mesleki eğitim; Neden? Nasıl?
İnsanlar bir mesleği; geçimini temin etmek, bir işe yaramak, bir meşguliyet olgusu içerisinde kendilerini mutlu hissetmek için öğrenirler ve icra ederler. İşte hayata nasıl baktığı bu seçimde etkili oluyor
“İnsan, eşrefi mahlûkattır” derdi babam…
“Hayat dört şeyle kaimdir… Su, ateş, toprak ve rüzgâr.
Ona sonradan kendimi ben ekledim!
(İsmet ÖZEL)
İnsanlar neden bir meslek sahibi olurlar ve nasıl olmalıdırlar? Bu konunun; insana bakış açısı, eğitime bakış açısı, öğretim şekillerine bakış açısı, ilme bakış açısı gibi, pek çok yönü vardır. Bunların hepsi kendimizi (insanı) ne olarak gördüğümüzle ilgilidir. Tüm bu yönlerden bazı parçalar alarak inceleyip cevap bulmaya çalışacağız.
Meslek edindirmede işimiz bilim ve teknolojiyi ilgilendirdiğine göre önce bu kavramları tanımalıyız. Bugüne kadar bize öğretilen batılı bilim anlayışının tüm hesapları, varsayımları üç prensibe dayanır; başkaca bir prensip yoktur.
1-) Tesir aksi tesire eşittir (etki tepkiye eşittir)
2-) Madde yoktan var olmaz, vardan da yok olmaz
3-) Enerji yoktan var olmaz vardan da yok olmaz
En basit yere düşme hesabı ile Ay’a uzay mekiği gönderme hesapları arasında aslında bir fark yoktur. Tüm hesaplamalar yukarıdaki kurallara göre modellenerek bir varsayımlar bütünü içerisinde hesap edilir. Böyle söylüyoruz çünkü; bugünkü bu batı bilimi bunları hesap eder, ama asıllarına ilişkin sorunlara cevap veremez. Örneğin: Dünya ile güneş arasındaki boşluğa on bin tane dünya koysak ancak güneşe erişiriz. Hâlbuki atomun içerisindeki elektron ile proton arasındaki boşluğa yüz bin tane koyarsak erişebiliriz. Eğer kâinattaki bu boşluğu sıkıştırırsak tüm madde bir yüzüğün yüzeyine bir nokta kadar sıkıştırılabiliyor, yani madde yok oluyor.
Bu noktadan sonra batı bilim anlayışı ikinci teoriye geçiyor ki: “Bu elektron aslında yok, bu dalgadır yani madde diye bir şey yoktur, maddenin aslı enerjidir” diyorlar. Bir türlü karar veremiyorlar. İşte ilim bu nokta başlıyor aslında; Batılılarda bu ilim yok işte.
Bilim diye öğretilenler yukarıdaki nazariyeye bağlı tüm insanlığın zamanla biriktirdiği, arttırdığı ve bugünkü haline getirdiği bilgiler bütünüdür. Teknoloji ise bu bilgilerin uygulama sahasıdır. Dikkat edilirse ilim ve bilim anlayışını ayırdık. Eğer biz bilimi biyoloji fizik, kimya, matematik…..gibi maddesel bilgiler bütünü şeklinde algılarsak insanı tarifimiz yanlış olur, eksik kalır ve teknoloji üretmekteki ana mantık da bu yanlışlıktan nasibini alır.
Buradan hareketle, ilmi olarak insanı tarif ettiğimizde ise şu tespitleri kabul etmemiz gerekir.
Bizi bir yaratan vardır.
Kâinatı bir nizam içerisinde yaratmıştır.
İnsandan evvel yarattıkları vardır (şeytan, cin, melek….)
Neden bu kâinatı yaratmıştır? Yaratma sıfatı gereği…
Çünkü yaratamamak bir eksikliktir. Oysa Cenâb-ı Hakk Sübhan’dır. Yani bütün eksikliklerden uzaktır. Bu itibarla bütün kâinata baktığımızda iki şey görürüz.
1-) Yaratan
2-) Yaratılan
Yaratan, Âlemlerin rabbi Allah’tır.
Yaratılan ise iki kısımdır.
1-) Canlılar
2-) Cansızlar
Canlılar ise dört kısımdır.
1-) Nefsi ve aklı olmayanlar. Bunlar ağaçlar ve bitkilerdir.
2-) Yalnızca nefsi olanlar. Bunlar hayvanlardır.
3-) Yalnızca aklı olanlar. Bunlar anne ve babadan gelmeyen nurdan yaratılan meleklerdir.
4-) Hem nefsi hem de aklı olan canlılar. Bunlardan, ateşten yaratılan cinler ve topraktan yaratılan insanlardır. Cinlerin ilki ve atası şeytan, insanların ilki ve atası Hz. Âdem’dir.
İnançları bakımından ise insanlar:
1-) İnananlar
2-) inanmayanlar
Şeklinde sınıflandırılır.
İnananlar ise doğru inanlar (Allah’ın istediği gibi inanlar), yanlış inananlar (Allah’ın istediği gibi inanmayanlar) şeklinde sınıflandırabilirler.
Oysa Batının bize dayattığı ilim anlayışında mahlûkat; canlılar ve cansızlar diye ayrılmakla beraber canlılar; omurgalılar, omurgasızlar, memeliler… gibi maddesel sınıflandırmalara tabi tutulur. Örneğin; Çin’de ise canlılar: havada uçabilenler, karadakiler, sürünenler, yüzebilenler, krala ait olanlar….gibi gündelik hayat anlayışına göre sınıflandırmaktadır.
İşte buradan itibaren devreye giren şey hayatın anlamlandırılması, hayata bakış açısı, yaşam tarzıdır. İşte tüm bu olgular hangi mesleği edinmek gerekir ve nasıl edinmek gerekir olgularının tercih sebepleri olmalıdır.“Allah, insanı neden yaratmıştır?” sorusu hayata bakış açımızı, yaşam tarzımızı ve eğitme çizgimizi ve yönetme çizgimizi belirleyecektir.” Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat 56) insanın yaratılma amacını belirtir.
“Ben bir gizli hazineydim, bilinmeyi Murad ettim”, kutsi hadisinde de belirtildiği gibi, Allah bizi yaratmış ve kendisinin bilinmesini istemektedir. Yaratılmışlar arasında ise yalnızca akıl ve nefsi bir arada olan cinleri ve insanları imtihana tabi tutmuştur. İnsanı bu yüzden “eşrefi mahlûkat” saymıştır.
”Şüphesiz biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Çünkü o zalim ve cahildir.” (Ahzâb 72). Yaradılışın asıl gayesi kulluktur, itaattir. Şeytan ise kendini beğenme ve üstünlük iddiası ile itaât etmemiştir.
Bu görevi itibari ile insanı diğer canlılardan ayıran beş özelliği vardır.
1-) Doğruyu yanlıştan ayırt eder.
2-) İyiyi kötüden ayırt eder.
3-) Güzeli çirkinden ayırt eder.
4-) Faydalıyı zararlıdan ayırt eder.
5-) Adaleti zulümden ayırt eder.
Cenâb-ı Hakk bu özelliklerimizi verip, bizi kendi halimize bırakmamış, bize (doğru) yolunu da göstermiştir. İşte hayatın bütün amacı bu imtihandır. Bu da kendimizi ilimle donatmak ve nefis terbiyesini esas almakla kazanılır. Tüm peygamberlerin öğretileri nefis terbiyesini esas alır.
Şeytan itaatkârlığını bıraktığı için insana bunların tersini yaptırmaya çalışır. Buradan iki görüş doğar. Biri maddiyatçı, materyalist görüş, diğeri maneviyatçı görüştür. İşte insanda oluşan bu maddiyatçı ve maneviyatçı görüş ile ilimler de şekillenmiştir. Bu itibarla ”Biz batının teknolojisini alalım, ama ahlakını almayalım” gibi bir ifade çok komik olmaktadır. Zira her teknoloji kendisini üreten hayat tarzını da içerisinde barındırmaktadır. Örneğin: başkalarına selam vermenin önemli olduğu, onlarla ilgilenmemenin saygısızlık sayıldığı bir toplumda sokaklarda mp3 çalarlarla bir şeyler dinleyerek giden insan görmek mümkün olmayacaktır. İşte bu hayat olgusu insanların neden meslek sahibi olmak istediklerine cevap verecektir. İnsanlar bu hayat olgularına şahsi kabiliyetlerini göz önünde bulundurarak meslek seçecek, o mesleği bu olguya göre icra edeceklerdir.
İnsanlar bir mesleği; geçimini temin etmek, bir işe yaramak, bir meşguliyet olgusu içerisinde kendilerini mutlu hissetmek için öğrenirler ve icra ederler. İşte hayata nasıl baktığı bu seçimde etkili olacaktır. Eğer bu hayat olgusu tamamen maddi kaygılar içeriyorsa öğrenmek ve icra etmek isteyeceği meslek bu yönde olacaktır. O mesleği maddi menfaatler üzerine inşa edecektir.
Toplumun meslek seçim anlayışı bu hale gelince genelde tercihler o an için çabuk veya fazlaca gelir getiren işlere yönelecektir. Böylece o iş alanını daraltmaya sebep olacaktır. Buradan elde edeceği maddi olanakları da hep bu doğrultuda kullanacaktır. Daha iyi ev almak, daha iyi araba almak, her beş senede bir ev eşyalarını yenilemek, ihtiyaç olmadığı halde teknolojik şeyleri takip edip almak gibi… ve böylelikle huzuru asla bulamayacaktır. Çünkü aradığı şeylerde bir son yoktur. Oysa huzur, sükûnet dışarıda değil, yukarıda verdiğimiz bilgiler ışığında da görüleceği üzere içindedir (kalbindedir).
Hayat anlayışı bu şekilde olduğu zaman meslek edinme ve o mesleği icra etmedeki tercihler tamamen faydalı olmaya, başkalarına hizmet etmeye yönelik olacaktır. İşte meslek edindirme ve bu edindirme işlerindeki yöntemler yani eğitim sistemimiz, insana ve hayata hangi gözle baktığımıza göre şekillenmektedir. Bu bakış açısı ile atölye kültürü, hassasiyet, hak-hukuk, davranış biçimleri... gibi olgular şekillenecektir.
Örneğin misafirperverliğin yaygın olduğu ve dışarıda yemek yemenin ayıp sayıldığı bir toplulukta lokanta kültürü gelişmeyecektir. İsraf etmemeye önem veren bir toplulukta güneş enerji sistemi hızla yaygınlaşacaktır. Biriktirme anlayışı olmayan bir toplulukta ise buzdolabı kültürü gelişmeyecek böylece ihtiyaçtan fazla yemek yapılmayacaktır. İlmi bakış açısı hep maliyet ve maddiyat olan toplulukta plastik oyuncak imalatı gelişecektir. Sağlık ve sempati ön planda olan toplumda ise ağaç olan oyuncaklar gelişecektir. Allah’tan korkan bir topluluk; mobilyalarda insan akciğerine zarar veren vernikler yerine insana zarar vermeyen maddeler bulmak üzere harekete geçecektir. Çünkü inanmaktadır ki vernik yerine insana hiç zarar vermeyecek bir madde bulduğunda insanlığa en faydalı bir iş yapmış olacaktır. Yani özgürlük; başkasına zarar vermediğimiz sürece her şeyi yapabiliriz anlayışından, başkasına ve kendimize (insana-özüne) zarar vermediğimiz sürece her şeyi yapabiliriz anlayışına dönüşecektir.
Bir derdi, bir ideali, bir talebi, bir hedefi, bir amacı, gayesi olan insan toplulukları her zaman sevgi içinde yaşarlar ve özenle ilgiyle öğrenirler. Bunun temelinde de Allah korkusu yatar. Bu korku insanları inceltir, zarifleştirir. Tüm korktuklarımızdan uzaklaşırız, yalnız Allah korkusu bizi ona yaklaştırır ve mahlûkata şefkat duymamıza neden olur.
Tüm bunların neticesinde şunu bulmalıyız: Bu meslekler öğretilirken hangi yöntemleri uygulayacağız? Bu alandaki en büyük örneğimiz ahilik teşkilatıdır. Hz. Adem’den beri değişmeyen tek şey görerek öğrenmek, göstererek öğretmektir. Yani usta-çırak ilişkisidir. Bu hiçbir zaman değişmeyecektir. Çünkü Hz. Adem’den beri sadece fiziksel çevre değişmiştir. Ancak imtihanda bir değişiklik olmamıştır. İnsan, aynı insandır. Yine hiçbir şeyi bilmeden doğmaktadır. Hayata açılan uzuvları ve bunlara bağlı algılamaları aynıdır.
Evvelce bahsedilen insanın ayırt edici özelliklerine uygun yöntemler uygulanmalıdır. Bunda dört şey çok önemlidir.
1-)Mesleki eğitimde atölye kültürü ve disiplini mutlaka öğretilecektir.
2-) Görerek öğrenmeye ağırlık verilecektir.
3-)Bu eğitim esnasında görsel ortamlar (internet, projeksiyon, tv, …) hayal gücünü elinden alıcı şekilde kullanmak yerine hayal gücünü canlandırıcı yöntemler takip edilecektir.
4-) En önemlisi, öğretilecek olanlar şeylere bir talebin olması sağlanmalıdır. Öğretmene düşen en önemli görev bu isteğin meydana getirilmesidir. Bunda en önemli unsur Allah Sevgisi, İlim sevgisidir. Öğrenci öğreneceği şeylere ibadet aşkı ile bakabilmelidir. Bu da maddiyatçı, materyalist anlayış ile sağlanamaz.
Pratik olarak şu iki örnek bize yol gösterici olabilir:
İngilizce eğitimde biz genelde tanımlamaları “Bu bir kalemdir.”, ”Bu bir masadır.” gibi maddesel nitelikli izahlarla yaparız. Oysa Çinliler aidiyet duygusunu geliştirmek için “Bu annenin kalemidir.”, “Bu babanın masasıdır.” şeklinde öğretirler.
Tüm kavramların, insanın bu manevi yönünü güçlendirecek şekilde yeniden ve aslına uygun olarak yorumlanıp, güçlü bir şekilde öğretilmesi gerekir. “Ekmek nedir?” diye sorduğumuzda; “Ekmek bir besin maddesidir” diyen öğrenciler yerine “Ekmek bir nimettir” diyebilen öğrenciler yetiştirmek zorundayız. Aksi takdirde insanın yaradılışına aykırı eğitim ve yaklaşımlardan dolayı hep çatışmalar çıkacaktır. Siz eğer insanı-canlıları yukarıda bahsedildiği gibi (omurgalılar-omurgasız şekilde) sınıflandırırsanız, insana hiçbir zaman manevi bir yön katamazsınız… Allah, Kur’an da hep kuşları misal vermiştir. Çünkü yarattığı tüm kuşlar iki kanatlıdır. Kuşlar tek kanatla uçamazlar. Biz de eğitimimizde aklın yanında, gönül eğitimini de vermez isek kendi elimizle kendi evimizi, devletimizi, milletimizi soyacak, insanlara ilim öğretmiş oluruz.
“Ey bir olan Tanrı, bir başkası sana şerik koşulamaz; başta, her şeyden evvel ve sonra, her şeyden sonra Sensin. Yaratıcı varlığına yaratılmış olanlar şahittir. Yaratılan iki, Birin hazır şahididir. (Yusuf Has Hacib - Kutadgu Bilig)
Bütün bu bilgiler ışığında şu iki soruya ne cevap veriyorsak mesleki eğitimimizin nedenini ve nasıl yapılacağını bulmuş oluruz. İnsan nedir-kimdir? Hayat nedir?
Cevap: ”Oku! Rabbinin adıyla oku!”
“Rabbim! Benim, ilim ve anlayışımı arttır ve beni Salihler zümresine ilhak et.”
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.