Bir Milletin Şeb-i Aruz Töreni: Çanakkale
Yayınlanma:
18 MART. Çanakkale Şehitleri iklimine girdiğimiz gündür. Arkalarına bakmadan, dönmeyi düşünmeden, şehadet şerbeti içen atalarımız, 1915 baharında, kanlarıyla bir büyük zaferin öyküsünü yazmışlardır. Bu öykü; Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesi diye
Fahrettin ALİŞAR
Araştırmacı-Yazar
Yüzbinlerce şehit vererek kazandığımız bu zaferin yer aldığı olayları, elbette biz istemedik. Müsebbibi biz değiliz. Biz; topraklarımızı savunduk, onurumuzu koruduk.
1914-18 kuşağı, Türk tarihinin kayıp kuşağıdır. Biz bu kuşağı ancak, “seferberlik türküleri” ile hatırlıyoruz. Bu kuşak, dünyanın ateşe düştüğü bir zamanda, ateşin yıllarca sürdüğü bir dönemde yaşandı. İnanması güç, hissedilmesi imkânsız zorluklara rağmen, üstün bir gayret gösterip, kendilerini feda ederek, şimdi yaşadığımız yerleri, bu vatanı, bu coğrafyayı kanları ile korudular. Bu kuşağın bir çoğu, Balkan Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na, tam 10 yıl savaşın içinde kaldı. Kimi şehit oldu, kimi yaralandı, kimi sakat kaldı, kimi esir düştü, kimi de kayboldu.
Bu savaşı her halde Mehmet Akif Ersoy’dan daha iyi anlatan birisi olamaz:
“-Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor/Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!..”
Neden bizim milletimizden de Cumhuriyet Dönemi’nde, uluslararası bilim adamları, doktorlar, mühendisler çıkmadı, dolandırıcıların, vatan hainlerinin bizden çıktığını sorguladığım günlerde; millî tarihimizi iyi bilen bir tarih hocamın söylediği şu cümle, Çanakkale’nin konuşulduğu her an, kulaklarımı çınlatır:
“-Bu milletin onurlu, vatanını seven, eğitimli gençleri, Çanakkale’de şehit oldu, oğlum!”
Zaman zaman sohbetlerde: “Neden bizden de bilim adamı çokça yetişmez? Diğer ülkelerden ne farkımız var? Bizde hiç mi aydın yetişmemiş?” yollu yakınmalarımız olur. Aynı soruyu kendisi de bir bilim adamı olan Toygar AKMAN üniversite öğrenciliği yıllarında babasına sormuş. Babası da cevap niteliğinde olmak üzere, öğretmenliğe yeni başladığı yıllardaki hatıralarından bir bölümünü anlatıyor:
“-Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü o günlerde, Sirkeci İstasyonu’ndan her gün asker dolusu trenler, Trakya yönüne doğru hareket ederdi. Sarayburnu İskelesi’nden de asker dolu koca koca gemiler Çanakkale’ye doğru denize açılırdı. Bütün İstanbul halkı bu kahraman askerleri göz yaşları içinde uğurladık. Giden gemiler ve trenler daima boş olarak döner ve gidenlerden de kısa bir süre sonra haber alınamazdı.
Yıllar sonra gelen haberlerden onların hepsinin “şehit olduğunu öğrenirdik. ”
Başta Çanakkale Cephesi olmak üzere; İstiklal Harbinde, Irak Cephesinde, Filistin Cephesinde, Kafkas Cephesinde, Galiçya Cephesinde ve Kanal Cephesinde, bu Millet bir neslini tüketti. Aydınını, doktorunu, öğretmeni..Daha sonra kurulacak olan Cumhuriyet dönemi bu yönden çok sıkıntılar çekti. Öğretmen yoktu, doktor yoktu.
Evet. Çanakkale Savaşları, “tamam bitti” denildiği zaman başlayan savaşlardır.
Dünyada, hem deniz filosu, hem de karada yapılan tek savaştır.
Bu savaşın görünür sebebi, İtilaf Devletlerinin (İngiltere-Fransa-İtalya-Rusya ve peşinden sürükledikleri diğer devletler), sömürgelerini devam ettirmek ve Almanya’nın gücünü kırmak ve bizim açımızdan; “HASTA ADAM” diye adlandırdıkları ve onlara göre tam bir “AV” olan OSMANLI DEVLETİ’ni haritadan silmek.
İstanbul işgal edilmeli, Osmanlı bitirilmeli.
İngiltere 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra, Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerini, dünya coğrafyasının en önemli yerinde devlet kurmalarını, tarih boyunca hiç içine sindiremedi. Türklerden, sürekli bunun öcünü almak için fırsat kolladı. Bu önemli coğrafyada Müslüman Türk Milleti’nin olması onu hep rahatsız etti.
İngiltere, Haçlı Seferlerinde aldığı malubiyeti de hiç unutamamıştı.
Ünlü romancı Necati Sepetçioğlu’nun şu cümlesi hiç hafızamdan çıkmaz:
“-1071’den beri hep fırsat kolladılar, zayıflatmak için çok çabaladılar, zayıflattıkları an saldırdılar, denediler, denediler, ama bir türlü başaramadılar. Olmadı. Bir türlü olmadı. Müslüman Türk’ü Anadolu’dan bir türlü atamadılar!..”
1914’lerde İngiltere’nin gözü, çok öncelerden tesbit ettiği “PETROL HARİTASI”nda idi. Rusya’nın gözü “SICAK DENİZLERDE”. Her İtilaf Devletinin bir hedefi vardı.
Hepsi bahane arıyor. Ve nihayet bahane bulunuyor. Türk Bayrağı çekmiş YAVUZ ve MİDİLLİ gemileri, Rusya’nın Odessa limanını bombalıyor.
İngiltere ve ardından Fransa, İtalya, Rusya ve diğer İtilaf Devletleri ardı ardına Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân ettiler. Osmanlı Devleti yapayalnız. Yanında birçok problem ile boğuşan ALMANYA, güçsüz AVUSTURYA-MACARİSTAN ve BULGARİSTAN var.
Osmanlı Devleti V.Mehmet Reşat’ın fermanı ile “CİHAT’I EKBER” (Büyük Cihat) ilân etti. Maalesef bu “cihat” çağrısına hiç cevap veren olmadı. Osmanlı Devleti yapayalnız olduğunu iyice anlamış oldu.
Osmanlı Devleti çok zayıftı. Daha önce İngiltere’ye savaş gemisi siparişi vermiş, paraları ödenmişti. Ama İngiltere ne gemileri verdi, ne de aldığı parayı.
İngiliz donanması dünyanın en güçlü donanması. ÇÖRÇİL kendinden çok emin. Şöyle diyordu:
“-Türklerin gırtlağı Çanakkale Boğazıdır. Bir sıkışta işini bitirip, 20 gün sonra İstanbul’da olacağız!”
Çörçil bunu söylerken, aynı günlerde, ABD’nin İstanbul Büyükelçisi, âdeta Çörçili destekler mahiyette şunları söylüyordu:
“-Dünyanın en büyük donanması karşısında, Türkler asla tutunamaz, dayanamaz, perişan olur. Neden direniyorlar anlayamıyorum. Bunların başında galiba askeri kuvvetten anlayan komutan yok!..”
Tabii içimizdeki hainler de boş durmuyordu. İstanbul Beyoğlu’ndaki azınlıklar, sevinç çığlıkları atıyor, İngiliz, Fransız, İtalyan’ların İstanbul’a geleceği gün ve saatleri çoktan saymaya başlamışlardı. Hatta İngilizleri karşılamak için program bile yapmışlardı.
25 Şubat 1915 günü İngiliz topçusunun yoğun bombardımanı karşısında ordumuz çok zayıf düşmüştü. Toplar bitmiş, askerlerimiz moralsiz, perişandı. İngilizler dans etmeye başlamıştı.
İngiliz komutan, Çörçil’e acil bir telgraf çekti:
“-Havalar müsait olursa, 20 gün sonra İstanbul’dayız!”
İngiliz komutan emindi. Çünkü Türklerin döşediği tüm mayınlar temizlenmiş, geçiş için hiçbir engel kalmamıştı. Boğaz geçilmeye hazırdı.
Tam bu sırada kahraman Türk gemisi “NUSRET MAYIN GEMİSİ” devreye girdi.
7 MART 1915 gecesi, gece yarısı başlayıp, saat 03’e kadar, düşmanın geçeceği noktalara ustaca mayın döktü. Döktüğü mayınlar mükemmeldi. Saat 03’te 26 mayının dökme işlemini tamamlayıp, sessizce oradan ayrıldı.
Düşman tuzağa düşmüştü. Döşenen mayınlardan habersiz, mayınların üstüne doğru ilerlemeye başladı. NUSRET’in mayınlarına gelindiği an, cehennem anı idi. 2 dakikada içinde İngiliz gemileri bir bir battı.
Kurtulan İngiliz gemilerinden biri, olanca gücüyle karada siperde duran Türk askerlerine bomba yağdırıyordu. Tam o sırada yanındaki 13 arkaşı şehit olmuş, toz toprak içinde kıvranan SEYİT ONBAŞI devreye girdi. Niğdeli ABDULLAH’a şöyle bir baktı ve 200 okka (275 kg.) ağırlığındaki “top mermisi”ni omuzlayıp, İngiliz gemisine öyle bir fırlattı ki; İngiliz gemisi anında battı. Bu bir mucize idi. SEYİT ONBAŞI bir efsaneydi.
18 MART’ta İngilizler geri çekilmeye karar verdiler. Geri çekilmeye zorlayan, elbetteki NUSRET mayın gemisinin 1 gecede döktüğü 26 adet mayındır.
Yıllar sonra Çörçil bu olayla ilgili olarak şunları söyleyecektir:
“-1 nci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren, 1 gecede dökülen 26 adet mayındır!”
İngilizler şaşkındı. Türklerin gırtlağını bir türlü sıkamamışlardı. Bu olanlara bir türlü inanamıyorlardı.
18 MART Müslüman Türk’ün yeniden sahneye çıkışı oldu. Peki ama bu sahneye nasıl çıkılmıştı?
Zaferden gözlerini kaybederek çıkan Konyalı Mehmed’i, komutanı teselli etmeye çalışıyordu. Konyalı Mehmed komutanına şöyle dedi:
“-Üzülme kumandanım, gözlerim göreceğini gördü!.”
Yozgatlı kınalı kuzu Murat. En az onun kadar yüce bir de anası vardı. Murat’ın başına kına yakarak cepheye göndermişti. Komutanı Murat’a başındaki kınayı sordu. Cevap veremedi. Anasına mektup yazdı. Anasının verdiği cevaba bakın:
“-Oğlum!.. Kumandanına söyle. Biz kurbanlık koçları kınalar, öyle kurban ederiz. Sen kardeşlerin arasında kurbansın, sen benim İsmail’imsin, İnşaallah şehit olacaksın!..”
Murat, anasından mektup geldiğinde şehit olmuş, anasının yüzünü kara çıkarmamıştı.
Nurlar içinde yat Murat!.. Eli öpülesi annende nurlar içinde yatsın!..
Her cephede Konyalı Mehmed, Yozgatlı Murat misali kahramanlar vardı. Bilerek ölüme giden asker, dünyanın hiç birinde yoktur. Bunu Çanakkale’de Türk askeri yapmıştır.
Denizde başarılı olamayıp geri çekilen İngilizler, Çörçil’in ısrarı ile deniz destekli kara harekatına karar verdiler.
İngiliz şairi, İngiliz askerlerine hitaben şöyle diyordu:
“-Çok az kaldı. Ayasofya’nın mimberini, halılarını talan edeceğiz. Türkleri “Türk lokumu” gibi yiyeceğiz. Hadi dayanın!..”
Şair askerlerini böyle motive ediyordu.
İngilizlerin kara harekatına hazırlık yapmaya başladığında, Türk tarafı da hazırlıklarını hızlandırdı. İstanbul’da gurur verici gelişmeler yaşanıyordu. Galatasaray Lisesi’nin gencecik çocukları, askerlik dairelerine koşuyor, cepheye gitmek için sıraya giriyorlardı.
Yalnızca İstanbul Galatasaray Lisesi mi? Konya’da Konya Lisesi, İzmir’de İzmir Erkek Lisesi, Balıkesir’de Balıkesir Lisesi’nin gencecik çocukları askerlik dairelerine hücum ederek, cepheye gittiler. Gittiler ve bir daha da geri dönmediler.
Kendi askerlerini hep geri plânda tutan İngilizler; Anzakları ve diğer sömürge ülkelerinden getirdiği, kendi vatandaşı olmayan askerleri ön saflara sürüyordu.
Savaşın bu aşamasında bir başka dikkat çeken olay da; Yahudi gönüllü birliğinin, İngilizlerle birlikte Osmanlılara karşı, ön cephede savaşmalarıdır.
Yahudi gönüllü birliğinin Çanakkale’de, İngilizler adına verdiği mücadele neticesinde, İngilizler ta 1915’te, Filistin topraklarında bir “Yahudi Devleti” kurma sözü vermişlerdir.
İngilizler hazırlıktan sonra 75.000 kişilik ordu ile NİSAN 1915’te karadan saldırıya geçtiler. 25 NİSAN 1915 günü kara saldırısı, Seddülbahir sahilleri ile Soroz bayırlarından başladı. 15.000 kişilik ayrı bir düşman ordusu da 25 NİSAN 1915’te Arıburnu’na çıkarma yaptı.
Seddülbahir ve Arıburnu sahillerindeki toprak kırmızıya boyanmıştı. 90.000 kişilik düşman ordusunun karşısına Mehmetçik âdeta etten duvar örmüştü.
Mehmet Akif’in deyimiyle:
“-Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi!..”
Conkbayırı’nda da toprak kırmızıya boyanmıştı. Buradaki askeri birliklerimiz de iyice zayıflamıştı. Düşmanın burayı geçmesi an meselesi idi.
19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal; 24-25 NİSAN geceleri ciddi bir hazırlık yaparak, 57. Alaya hücum emri verdi. Bu an; ya kalma, ya da yok olma anı idi.
57. Alay hücuma geçti. Mustafa Kemal bağırıyordu:
“-Ben size ölmeyi, emrediyorum!..” Zaten başka çare de yoktu.
25 NİSAN 1915 günü Şafak vaktinde 57. Alayın tamamı şehit olmuştu.
Düşmanı Conkbayırı’nda durduran, 57. Alayın en alt erinden, en üst komutanına kadar hiç kimse almamıştı. Hepsi şehadet şerbeti içtiler. Ruhları şad olsun.
İŞTE BU TOPRAKLAR, 57. ALAYIN KANLARI SAYESİNDE VAR!...
Mustafa Kemal; “Bomba sırtı” olayını anlatırken şöyle der:
“-Karşılıklı siperler arasında mesaefemiz sekiz metre. Yani ölüm muhakkak.. Birinci siperdekilerin hepsi, gözünü kırpmadan görevini yapıyar ve düşüyor, ikinci sıradakiler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir hâl!..İşi Allah’a bırakıp, kadere razı olmayı biliyor musunuz?. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir çekince bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenlerin ellerinde Kur’anı-Kerim, cennete girmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet getirerek ölüyor. Bu Türk askerindeki ruh, kuvvetini gösteren şaşılacak ve tebriğe değer bir örnektir. Emin olasınız ki, Çanakkale Savaşlarını kazandıran, bu yüksek Ruhtur!..”
Komutanı, HALİL ÇAVUŞ’u memleketi Keşan’a izine göndermek ister. Halil Çavuş komutanına “HAYIR” der. “Kardeşimin intikamını almadan izine gitmem!” O da şehadet şerbetini içer. Ruhun şad olsun Halil Çavuş!..
Seddülbahir, Conkbayırı ve Arıburnu’ndaki kara çatışmalarında duygusal anlar yaşanır. Kandırılıp, Almanlarla savaştığını zanneden Fransa’nın emrindeki “Müslüman Senegalli askerler”, Türk askerlerinin namaz kıldığını görünce, Müslümanlarla savaştıklarını anlayıp, Türk tarafına geçerler.
Saldırdığı tüm kara cephelerinde ilerleme sağlayamayan İngilizler, 13 MAYIS 1915’te Anafartalar’dan yeni bir cephe açar. Çarpışmalar haftalarca şiddetlenerek sürer. 21 HAZİRAN 1915’te en yoğun çatışmaların olduğu yer Sığındere’dir. Askerimiz perişan ve yorgundur. Düşmana ise sürekli lojistik ve kuvvet desteği yağmaktadır. Düşman Anafartalara doğru ilerlemeye başlar.
8 AĞUSTOS 1915’te Mustafa Kemal, 19. Tümen’i olanca gücüyle motive etmeye çalışır. Moralini yüksek tutmak son derece önemlidir. 18 AĞUSTOS günü, orduyu moralli bulan Mustafa Kemal, ani bir kararla, “SALDIRI” emri verir. Sürekli savunmada kalan, siperlerinde düşmana adım attırmayan askerlerimiz birden saldırıya geçer. Ortalık mahşer gününe döner. İngilizler hiç beklemedikleri saldırı karşısında şaşkındır. Ağır kayıplar veren İngiliz kuvvetleri bulundukları noktadan ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalırlar.
Artık Ağustos saldırıları da püskürtülmüş, düşmana ağır bir darbe daha vurulmuştur.
Çörçil şaşkın şaşkın cephe komutanlarına tehditler savuruyor, bazılarını kurşuna dizdiriyordu. Ve ardından o meşhur sözünü haykırdı:
“-Sanki hepimiz Tanrı tarafından lânetlenmiştik!..”
Ağustos sonunda, siper savaşlarına devam edilir. Eylül 1915’te havalar serinlemeye, yağmur olanca hızıyla yağmaya başlamıştır. Ekim-Kasım’da yağan yağmurdan akan sellerle, derelerden cesetler sürüklenir. Her dereden akan sellerde cesetler yüzüyor. Hem Türk tarafından, hem de düşman tarafından akan dereler aynı. Her dere insan cesedi ile dolu.
Artık İngilizlerin “İstanbul rüyası” bitmiştir. Kasım 1915’te İngilizler çekilmeye karar verirler. Ardından 6 Aralık 1915’te Fransızlar da çekilme kararı alırlar.
Dünyanın en güçlü donanmasına sahip, dünyanın en güçlü ordularından birine sahip olanlar, Müslüman Türk’ten gerekli dersi almıştır. Hem de çok ağır bir ders.
1 ay sonra İstanbul’dayız, diyenler 9 ayın sonunda rüyalarını gerçekleştiremeden, bozguna uğrayarak geriye çekilmek zorunda kalmışlardır.
İstanbul’da kazanan, İNANÇ’tır. RUH’tur. 1 zeytin’i 3 katık yapan bölüşümdür.
Çörçil, malubiyetten sonra çıktığı mahkemede şöyle haykırır:
“-Biz Çanakkale’de, Türklerle değil, Tanrı ile savaştık. Tanrı’ya karşı ne yapabilirdik ki!..”
Çanakkale mucizesi ile Allah bu Milleti esir olmaktan kurtarmıştır. Bu mucize gerçekleşmese idi bugün bir “müstemleke ülkesi” olmuştuk.
Bu Milletin evlâtlarına, bu “vatan toprakları”nı “tapulayan” şehitlerimizin “cennet mekânları olsun!”
Tarihçi YILMAZ ÖZTUNA bu konu ile ilgili şöyle der:
“-Çanakkale Savaşları bir yedek subay savaşı idi.”
İngiliz General, Çanakkale ile ilgili hatıralarını yazdığı kitapta bu konuya şöyle değinir:
“-Çanakkale’nin İngilizler açısından kazancı, Türk Milleti’nin okumuş, aydın kesiminin şehit edilmesi, gençliğinin ve geleceğinin, elinden alınmasıdır.”
Çanakkale Savaşları; Vahşi Batı’nın en acımasız barbarlığına sahne olmuştur. Bu konu ile ilgili en çarpıcı örneği, çok değerli araştırmacı Mehmet Niyazi Özdemir kaleme almıştır.
İngiliz Müttefik Orduları Başkomutanı Hamilton, cephenin durumunu inceleyip, askerlerine moral verip, vedalaştıktan sonra, Seddülbahir’de, esir alınmış 22 Türk askerine gözleri takılır. Onları şöyle bir süzer ve yanında bulunan yüzbaşı John Weistock’a, “tepenin en uç noktasında, Türk Birliğinin de görebileceği bir yerde, Türk esir askerlerin yakılması” talimatını verir. İngiliz Yüzbaşı; Seddülbahir’in en uç kısmında tahtadan bir baraka yaptırır. Esir Türk askerlerini bu barakanın içine doldurtur. Üzerlerine benzin döktürüp, ateşe verdirir. Yanan ateş; Anadolu tarafındaki Kumkale’den, Arıburnu’ndan, Seddülbahir’in tepelerinden çıplak gözle izlenir. 22 esir Türk askeri, kaçmaya çalışsalarda, çevredeki İngiliz askerlerinin de engellemesiyle, feryat fian arasında, diri diri can verip, şehit olurlar. Çevreyi feci bir insan eti kokusu sarar.
Vahşi Batı’nın barbarlığı sadece bu olaylarla sınırlı değildir. Genel Kurmay ATASE Arşiv Müdürlüğü kayıtlarına göre İngiltere; Birinci Cihan Harbi sırasında, tam 15 bin Müslüman Türk askerini kör etmiştir. İngiltere, Osmanlı’larla savaştığı bir çok cepheden, esir aldığı Türk askerlerini, ağırlıklı olarak “Seydibeşir esir kampı”nda, 2 yıl süreyle tutmuştur. Esir sayısı ürkütücü. Ama vermek istiyorum. 150 bine yakın. Bu esirlerden 15 bini, zorla içi “krizol” dolu çukurlara sokularak, içmek zorunda bırakılarak, başlarında İngiliz süngülü askerlerin itelemesiyle, başları suya sokularak, birkaç dakika içinde kör edilmiştir. Hem de İngiliz Tabiplerinin eşliğinde yapılmıştır. Bu olaya uygar olduğunu iddia eden hiçbir ülke, “savaş suçu” dememiş, diyememiştir. Bu konu 1921 yılında Ankara’da TBMM açılınca meclis gündemine alınmış, 2 mebus görevlendirilerek, araştırma yaptırılmıştır. Şeref ve Faik Beyler, ellerindeki belgeleri kurulan komisyona getirerek, uzun uzun bilgi vermişler, meclis uluslararı girişimlerde bulunmuşsa da, İngiltere ne özür dilemiş, ne de tazminatı kabul etmiştir. Çünkü bunları anlayışı budur.
Bugün Irak, Filistin ve başka yerlerde yaşananlara ne kadar da çok benziyor değil mi?
İngiltere’nin başkenti Londra’nın en işlek caddesinde bir anıt vardır. Bir İngiliz askeri yatıyor. Ayakta duran bir asker onu süngülüyor. Bu süngüleyen askeri sembolize eden de bir Türk askeri. Anıtın üzerindeki yazı: “İNGİLİZ GENÇLİĞİ, ÇANAKKALE’Yİ UNUTMA!”
İngilizler gençlerine hep bunu hatırlatırken, bizim gençliğimiz ne alemde. Bir televizyon kanalında, bir program yapımcısı Çanakkale ile ilgili röportajlar yapıyor. Onlara sorular soruyor. Gençlerin verdiği cevaplar, insanın kanını donduruyor. Ekseriyeti ilgisiz ve bilgisiz. Magazin türü, alaycı cevaplar veriyor. Ne acı..
***
Japonlar; gençlerine atom bombasıyla enkaza dönüşen Hiroşima’yı gösterip ders veriyorsa, biz de ’Çanakkale ruhunu’ çocuklarımızın beynine işlemeliyiz. Püf nokta ise bundan sonrası... biz de Diyarbakır’dan Çanakkale’ye sesten hızlı giden trenle ulaşımı sağlayarak gençlerimizin ufkunu açabiliyor muyuz?
Karamsar zeminden kötümser nesil yetişir. Bir kuşak sonra, gençlik, bu kez başkalaşarak özüne düşmanlaşır. Alacakaranlık dünyanın sisli havası, olsa olsa bulanık suda balık avlayanların işine yarar. Bu Akifçe söylersek: “-Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma; / Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!”
Ölçüyü tutturamayanları ise Mevlânâ ne güzel uyarır: “-Bazen melekler nezaket ve inceliğimize imrenir; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperir!”
Gerekirse kanun çıkararak, özellikle öğrencilerimize her yıl MART ayında, Çanakkale’yi gezdirmeyi, iyi bir rehber nezaretinde dolaştırmayı mecbur kılalım. Görmek önemlidir. Orada adeta tarihi yaşarsınız. Gençlere, yeni nesile “milli şuur” verilmelidir.
Şehitlere olan vefa borcumuzu hatırlatarak, bu gurur gününüzü kutluyor, ebediyete intikal eden, tüm şehitlerimizin ruhuna bir FATİHA okumanızı rica ediyorum. ALLAH KABUL ETSİN. Ruhları şad olsun.
Yüzbinlerce şehit vererek kazandığımız bu zaferin yer aldığı olayları, elbette biz istemedik. Müsebbibi biz değiliz. Biz; topraklarımızı savunduk, onurumuzu koruduk.
1914-18 kuşağı, Türk tarihinin kayıp kuşağıdır. Biz bu kuşağı ancak, “seferberlik türküleri” ile hatırlıyoruz. Bu kuşak, dünyanın ateşe düştüğü bir zamanda, ateşin yıllarca sürdüğü bir dönemde yaşandı. İnanması güç, hissedilmesi imkânsız zorluklara rağmen, üstün bir gayret gösterip, kendilerini feda ederek, şimdi yaşadığımız yerleri, bu vatanı, bu coğrafyayı kanları ile korudular. Bu kuşağın bir çoğu, Balkan Savaşı’ndan Kurtuluş Savaşı’na, tam 10 yıl savaşın içinde kaldı. Kimi şehit oldu, kimi yaralandı, kimi sakat kaldı, kimi esir düştü, kimi de kayboldu.
Bu savaşı her halde Mehmet Akif Ersoy’dan daha iyi anlatan birisi olamaz:
“-Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor/Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!..”
Neden bizim milletimizden de Cumhuriyet Dönemi’nde, uluslararası bilim adamları, doktorlar, mühendisler çıkmadı, dolandırıcıların, vatan hainlerinin bizden çıktığını sorguladığım günlerde; millî tarihimizi iyi bilen bir tarih hocamın söylediği şu cümle, Çanakkale’nin konuşulduğu her an, kulaklarımı çınlatır:
“-Bu milletin onurlu, vatanını seven, eğitimli gençleri, Çanakkale’de şehit oldu, oğlum!”
Zaman zaman sohbetlerde: “Neden bizden de bilim adamı çokça yetişmez? Diğer ülkelerden ne farkımız var? Bizde hiç mi aydın yetişmemiş?” yollu yakınmalarımız olur. Aynı soruyu kendisi de bir bilim adamı olan Toygar AKMAN üniversite öğrenciliği yıllarında babasına sormuş. Babası da cevap niteliğinde olmak üzere, öğretmenliğe yeni başladığı yıllardaki hatıralarından bir bölümünü anlatıyor:
“-Çanakkale Savaşı’nın bütün şiddetiyle sürdüğü o günlerde, Sirkeci İstasyonu’ndan her gün asker dolusu trenler, Trakya yönüne doğru hareket ederdi. Sarayburnu İskelesi’nden de asker dolu koca koca gemiler Çanakkale’ye doğru denize açılırdı. Bütün İstanbul halkı bu kahraman askerleri göz yaşları içinde uğurladık. Giden gemiler ve trenler daima boş olarak döner ve gidenlerden de kısa bir süre sonra haber alınamazdı.
Yıllar sonra gelen haberlerden onların hepsinin “şehit olduğunu öğrenirdik. ”
Başta Çanakkale Cephesi olmak üzere; İstiklal Harbinde, Irak Cephesinde, Filistin Cephesinde, Kafkas Cephesinde, Galiçya Cephesinde ve Kanal Cephesinde, bu Millet bir neslini tüketti. Aydınını, doktorunu, öğretmeni..Daha sonra kurulacak olan Cumhuriyet dönemi bu yönden çok sıkıntılar çekti. Öğretmen yoktu, doktor yoktu.
Evet. Çanakkale Savaşları, “tamam bitti” denildiği zaman başlayan savaşlardır.
Dünyada, hem deniz filosu, hem de karada yapılan tek savaştır.
Bu savaşın görünür sebebi, İtilaf Devletlerinin (İngiltere-Fransa-İtalya-Rusya ve peşinden sürükledikleri diğer devletler), sömürgelerini devam ettirmek ve Almanya’nın gücünü kırmak ve bizim açımızdan; “HASTA ADAM” diye adlandırdıkları ve onlara göre tam bir “AV” olan OSMANLI DEVLETİ’ni haritadan silmek.
İstanbul işgal edilmeli, Osmanlı bitirilmeli.
İngiltere 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra, Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerini, dünya coğrafyasının en önemli yerinde devlet kurmalarını, tarih boyunca hiç içine sindiremedi. Türklerden, sürekli bunun öcünü almak için fırsat kolladı. Bu önemli coğrafyada Müslüman Türk Milleti’nin olması onu hep rahatsız etti.
İngiltere, Haçlı Seferlerinde aldığı malubiyeti de hiç unutamamıştı.
Ünlü romancı Necati Sepetçioğlu’nun şu cümlesi hiç hafızamdan çıkmaz:
“-1071’den beri hep fırsat kolladılar, zayıflatmak için çok çabaladılar, zayıflattıkları an saldırdılar, denediler, denediler, ama bir türlü başaramadılar. Olmadı. Bir türlü olmadı. Müslüman Türk’ü Anadolu’dan bir türlü atamadılar!..”
1914’lerde İngiltere’nin gözü, çok öncelerden tesbit ettiği “PETROL HARİTASI”nda idi. Rusya’nın gözü “SICAK DENİZLERDE”. Her İtilaf Devletinin bir hedefi vardı.
Hepsi bahane arıyor. Ve nihayet bahane bulunuyor. Türk Bayrağı çekmiş YAVUZ ve MİDİLLİ gemileri, Rusya’nın Odessa limanını bombalıyor.
İngiltere ve ardından Fransa, İtalya, Rusya ve diğer İtilaf Devletleri ardı ardına Osmanlı Devleti’ne karşı savaş ilân ettiler. Osmanlı Devleti yapayalnız. Yanında birçok problem ile boğuşan ALMANYA, güçsüz AVUSTURYA-MACARİSTAN ve BULGARİSTAN var.
Osmanlı Devleti V.Mehmet Reşat’ın fermanı ile “CİHAT’I EKBER” (Büyük Cihat) ilân etti. Maalesef bu “cihat” çağrısına hiç cevap veren olmadı. Osmanlı Devleti yapayalnız olduğunu iyice anlamış oldu.
Osmanlı Devleti çok zayıftı. Daha önce İngiltere’ye savaş gemisi siparişi vermiş, paraları ödenmişti. Ama İngiltere ne gemileri verdi, ne de aldığı parayı.
İngiliz donanması dünyanın en güçlü donanması. ÇÖRÇİL kendinden çok emin. Şöyle diyordu:
“-Türklerin gırtlağı Çanakkale Boğazıdır. Bir sıkışta işini bitirip, 20 gün sonra İstanbul’da olacağız!”
Çörçil bunu söylerken, aynı günlerde, ABD’nin İstanbul Büyükelçisi, âdeta Çörçili destekler mahiyette şunları söylüyordu:
“-Dünyanın en büyük donanması karşısında, Türkler asla tutunamaz, dayanamaz, perişan olur. Neden direniyorlar anlayamıyorum. Bunların başında galiba askeri kuvvetten anlayan komutan yok!..”
Tabii içimizdeki hainler de boş durmuyordu. İstanbul Beyoğlu’ndaki azınlıklar, sevinç çığlıkları atıyor, İngiliz, Fransız, İtalyan’ların İstanbul’a geleceği gün ve saatleri çoktan saymaya başlamışlardı. Hatta İngilizleri karşılamak için program bile yapmışlardı.
25 Şubat 1915 günü İngiliz topçusunun yoğun bombardımanı karşısında ordumuz çok zayıf düşmüştü. Toplar bitmiş, askerlerimiz moralsiz, perişandı. İngilizler dans etmeye başlamıştı.
İngiliz komutan, Çörçil’e acil bir telgraf çekti:
“-Havalar müsait olursa, 20 gün sonra İstanbul’dayız!”
İngiliz komutan emindi. Çünkü Türklerin döşediği tüm mayınlar temizlenmiş, geçiş için hiçbir engel kalmamıştı. Boğaz geçilmeye hazırdı.
Tam bu sırada kahraman Türk gemisi “NUSRET MAYIN GEMİSİ” devreye girdi.
7 MART 1915 gecesi, gece yarısı başlayıp, saat 03’e kadar, düşmanın geçeceği noktalara ustaca mayın döktü. Döktüğü mayınlar mükemmeldi. Saat 03’te 26 mayının dökme işlemini tamamlayıp, sessizce oradan ayrıldı.
Düşman tuzağa düşmüştü. Döşenen mayınlardan habersiz, mayınların üstüne doğru ilerlemeye başladı. NUSRET’in mayınlarına gelindiği an, cehennem anı idi. 2 dakikada içinde İngiliz gemileri bir bir battı.
Kurtulan İngiliz gemilerinden biri, olanca gücüyle karada siperde duran Türk askerlerine bomba yağdırıyordu. Tam o sırada yanındaki 13 arkaşı şehit olmuş, toz toprak içinde kıvranan SEYİT ONBAŞI devreye girdi. Niğdeli ABDULLAH’a şöyle bir baktı ve 200 okka (275 kg.) ağırlığındaki “top mermisi”ni omuzlayıp, İngiliz gemisine öyle bir fırlattı ki; İngiliz gemisi anında battı. Bu bir mucize idi. SEYİT ONBAŞI bir efsaneydi.
18 MART’ta İngilizler geri çekilmeye karar verdiler. Geri çekilmeye zorlayan, elbetteki NUSRET mayın gemisinin 1 gecede döktüğü 26 adet mayındır.
Yıllar sonra Çörçil bu olayla ilgili olarak şunları söyleyecektir:
“-1 nci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren, 1 gecede dökülen 26 adet mayındır!”
İngilizler şaşkındı. Türklerin gırtlağını bir türlü sıkamamışlardı. Bu olanlara bir türlü inanamıyorlardı.
18 MART Müslüman Türk’ün yeniden sahneye çıkışı oldu. Peki ama bu sahneye nasıl çıkılmıştı?
Zaferden gözlerini kaybederek çıkan Konyalı Mehmed’i, komutanı teselli etmeye çalışıyordu. Konyalı Mehmed komutanına şöyle dedi:
“-Üzülme kumandanım, gözlerim göreceğini gördü!.”
Yozgatlı kınalı kuzu Murat. En az onun kadar yüce bir de anası vardı. Murat’ın başına kına yakarak cepheye göndermişti. Komutanı Murat’a başındaki kınayı sordu. Cevap veremedi. Anasına mektup yazdı. Anasının verdiği cevaba bakın:
“-Oğlum!.. Kumandanına söyle. Biz kurbanlık koçları kınalar, öyle kurban ederiz. Sen kardeşlerin arasında kurbansın, sen benim İsmail’imsin, İnşaallah şehit olacaksın!..”
Murat, anasından mektup geldiğinde şehit olmuş, anasının yüzünü kara çıkarmamıştı.
Nurlar içinde yat Murat!.. Eli öpülesi annende nurlar içinde yatsın!..
Her cephede Konyalı Mehmed, Yozgatlı Murat misali kahramanlar vardı. Bilerek ölüme giden asker, dünyanın hiç birinde yoktur. Bunu Çanakkale’de Türk askeri yapmıştır.
Denizde başarılı olamayıp geri çekilen İngilizler, Çörçil’in ısrarı ile deniz destekli kara harekatına karar verdiler.
İngiliz şairi, İngiliz askerlerine hitaben şöyle diyordu:
“-Çok az kaldı. Ayasofya’nın mimberini, halılarını talan edeceğiz. Türkleri “Türk lokumu” gibi yiyeceğiz. Hadi dayanın!..”
Şair askerlerini böyle motive ediyordu.
İngilizlerin kara harekatına hazırlık yapmaya başladığında, Türk tarafı da hazırlıklarını hızlandırdı. İstanbul’da gurur verici gelişmeler yaşanıyordu. Galatasaray Lisesi’nin gencecik çocukları, askerlik dairelerine koşuyor, cepheye gitmek için sıraya giriyorlardı.
Yalnızca İstanbul Galatasaray Lisesi mi? Konya’da Konya Lisesi, İzmir’de İzmir Erkek Lisesi, Balıkesir’de Balıkesir Lisesi’nin gencecik çocukları askerlik dairelerine hücum ederek, cepheye gittiler. Gittiler ve bir daha da geri dönmediler.
Kendi askerlerini hep geri plânda tutan İngilizler; Anzakları ve diğer sömürge ülkelerinden getirdiği, kendi vatandaşı olmayan askerleri ön saflara sürüyordu.
Savaşın bu aşamasında bir başka dikkat çeken olay da; Yahudi gönüllü birliğinin, İngilizlerle birlikte Osmanlılara karşı, ön cephede savaşmalarıdır.
Yahudi gönüllü birliğinin Çanakkale’de, İngilizler adına verdiği mücadele neticesinde, İngilizler ta 1915’te, Filistin topraklarında bir “Yahudi Devleti” kurma sözü vermişlerdir.
İngilizler hazırlıktan sonra 75.000 kişilik ordu ile NİSAN 1915’te karadan saldırıya geçtiler. 25 NİSAN 1915 günü kara saldırısı, Seddülbahir sahilleri ile Soroz bayırlarından başladı. 15.000 kişilik ayrı bir düşman ordusu da 25 NİSAN 1915’te Arıburnu’na çıkarma yaptı.
Seddülbahir ve Arıburnu sahillerindeki toprak kırmızıya boyanmıştı. 90.000 kişilik düşman ordusunun karşısına Mehmetçik âdeta etten duvar örmüştü.
Mehmet Akif’in deyimiyle:
“-Bedrin Aslanları ancak bu kadar şanlı idi!..”
Conkbayırı’nda da toprak kırmızıya boyanmıştı. Buradaki askeri birliklerimiz de iyice zayıflamıştı. Düşmanın burayı geçmesi an meselesi idi.
19. Tümen Komutanı Mustafa Kemal; 24-25 NİSAN geceleri ciddi bir hazırlık yaparak, 57. Alaya hücum emri verdi. Bu an; ya kalma, ya da yok olma anı idi.
57. Alay hücuma geçti. Mustafa Kemal bağırıyordu:
“-Ben size ölmeyi, emrediyorum!..” Zaten başka çare de yoktu.
25 NİSAN 1915 günü Şafak vaktinde 57. Alayın tamamı şehit olmuştu.
Düşmanı Conkbayırı’nda durduran, 57. Alayın en alt erinden, en üst komutanına kadar hiç kimse almamıştı. Hepsi şehadet şerbeti içtiler. Ruhları şad olsun.
İŞTE BU TOPRAKLAR, 57. ALAYIN KANLARI SAYESİNDE VAR!...
Mustafa Kemal; “Bomba sırtı” olayını anlatırken şöyle der:
“-Karşılıklı siperler arasında mesaefemiz sekiz metre. Yani ölüm muhakkak.. Birinci siperdekilerin hepsi, gözünü kırpmadan görevini yapıyar ve düşüyor, ikinci sıradakiler onların yerine geçiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir hâl!..İşi Allah’a bırakıp, kadere razı olmayı biliyor musunuz?. Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, en ufak bir çekince bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenlerin ellerinde Kur’anı-Kerim, cennete girmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet getirerek ölüyor. Bu Türk askerindeki ruh, kuvvetini gösteren şaşılacak ve tebriğe değer bir örnektir. Emin olasınız ki, Çanakkale Savaşlarını kazandıran, bu yüksek Ruhtur!..”
Komutanı, HALİL ÇAVUŞ’u memleketi Keşan’a izine göndermek ister. Halil Çavuş komutanına “HAYIR” der. “Kardeşimin intikamını almadan izine gitmem!” O da şehadet şerbetini içer. Ruhun şad olsun Halil Çavuş!..
Seddülbahir, Conkbayırı ve Arıburnu’ndaki kara çatışmalarında duygusal anlar yaşanır. Kandırılıp, Almanlarla savaştığını zanneden Fransa’nın emrindeki “Müslüman Senegalli askerler”, Türk askerlerinin namaz kıldığını görünce, Müslümanlarla savaştıklarını anlayıp, Türk tarafına geçerler.
Saldırdığı tüm kara cephelerinde ilerleme sağlayamayan İngilizler, 13 MAYIS 1915’te Anafartalar’dan yeni bir cephe açar. Çarpışmalar haftalarca şiddetlenerek sürer. 21 HAZİRAN 1915’te en yoğun çatışmaların olduğu yer Sığındere’dir. Askerimiz perişan ve yorgundur. Düşmana ise sürekli lojistik ve kuvvet desteği yağmaktadır. Düşman Anafartalara doğru ilerlemeye başlar.
8 AĞUSTOS 1915’te Mustafa Kemal, 19. Tümen’i olanca gücüyle motive etmeye çalışır. Moralini yüksek tutmak son derece önemlidir. 18 AĞUSTOS günü, orduyu moralli bulan Mustafa Kemal, ani bir kararla, “SALDIRI” emri verir. Sürekli savunmada kalan, siperlerinde düşmana adım attırmayan askerlerimiz birden saldırıya geçer. Ortalık mahşer gününe döner. İngilizler hiç beklemedikleri saldırı karşısında şaşkındır. Ağır kayıplar veren İngiliz kuvvetleri bulundukları noktadan ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalırlar.
Artık Ağustos saldırıları da püskürtülmüş, düşmana ağır bir darbe daha vurulmuştur.
Çörçil şaşkın şaşkın cephe komutanlarına tehditler savuruyor, bazılarını kurşuna dizdiriyordu. Ve ardından o meşhur sözünü haykırdı:
“-Sanki hepimiz Tanrı tarafından lânetlenmiştik!..”
Ağustos sonunda, siper savaşlarına devam edilir. Eylül 1915’te havalar serinlemeye, yağmur olanca hızıyla yağmaya başlamıştır. Ekim-Kasım’da yağan yağmurdan akan sellerle, derelerden cesetler sürüklenir. Her dereden akan sellerde cesetler yüzüyor. Hem Türk tarafından, hem de düşman tarafından akan dereler aynı. Her dere insan cesedi ile dolu.
Artık İngilizlerin “İstanbul rüyası” bitmiştir. Kasım 1915’te İngilizler çekilmeye karar verirler. Ardından 6 Aralık 1915’te Fransızlar da çekilme kararı alırlar.
Dünyanın en güçlü donanmasına sahip, dünyanın en güçlü ordularından birine sahip olanlar, Müslüman Türk’ten gerekli dersi almıştır. Hem de çok ağır bir ders.
1 ay sonra İstanbul’dayız, diyenler 9 ayın sonunda rüyalarını gerçekleştiremeden, bozguna uğrayarak geriye çekilmek zorunda kalmışlardır.
İstanbul’da kazanan, İNANÇ’tır. RUH’tur. 1 zeytin’i 3 katık yapan bölüşümdür.
Çörçil, malubiyetten sonra çıktığı mahkemede şöyle haykırır:
“-Biz Çanakkale’de, Türklerle değil, Tanrı ile savaştık. Tanrı’ya karşı ne yapabilirdik ki!..”
Çanakkale mucizesi ile Allah bu Milleti esir olmaktan kurtarmıştır. Bu mucize gerçekleşmese idi bugün bir “müstemleke ülkesi” olmuştuk.
Bu Milletin evlâtlarına, bu “vatan toprakları”nı “tapulayan” şehitlerimizin “cennet mekânları olsun!”
Tarihçi YILMAZ ÖZTUNA bu konu ile ilgili şöyle der:
“-Çanakkale Savaşları bir yedek subay savaşı idi.”
İngiliz General, Çanakkale ile ilgili hatıralarını yazdığı kitapta bu konuya şöyle değinir:
“-Çanakkale’nin İngilizler açısından kazancı, Türk Milleti’nin okumuş, aydın kesiminin şehit edilmesi, gençliğinin ve geleceğinin, elinden alınmasıdır.”
Çanakkale Savaşları; Vahşi Batı’nın en acımasız barbarlığına sahne olmuştur. Bu konu ile ilgili en çarpıcı örneği, çok değerli araştırmacı Mehmet Niyazi Özdemir kaleme almıştır.
İngiliz Müttefik Orduları Başkomutanı Hamilton, cephenin durumunu inceleyip, askerlerine moral verip, vedalaştıktan sonra, Seddülbahir’de, esir alınmış 22 Türk askerine gözleri takılır. Onları şöyle bir süzer ve yanında bulunan yüzbaşı John Weistock’a, “tepenin en uç noktasında, Türk Birliğinin de görebileceği bir yerde, Türk esir askerlerin yakılması” talimatını verir. İngiliz Yüzbaşı; Seddülbahir’in en uç kısmında tahtadan bir baraka yaptırır. Esir Türk askerlerini bu barakanın içine doldurtur. Üzerlerine benzin döktürüp, ateşe verdirir. Yanan ateş; Anadolu tarafındaki Kumkale’den, Arıburnu’ndan, Seddülbahir’in tepelerinden çıplak gözle izlenir. 22 esir Türk askeri, kaçmaya çalışsalarda, çevredeki İngiliz askerlerinin de engellemesiyle, feryat fian arasında, diri diri can verip, şehit olurlar. Çevreyi feci bir insan eti kokusu sarar.
Vahşi Batı’nın barbarlığı sadece bu olaylarla sınırlı değildir. Genel Kurmay ATASE Arşiv Müdürlüğü kayıtlarına göre İngiltere; Birinci Cihan Harbi sırasında, tam 15 bin Müslüman Türk askerini kör etmiştir. İngiltere, Osmanlı’larla savaştığı bir çok cepheden, esir aldığı Türk askerlerini, ağırlıklı olarak “Seydibeşir esir kampı”nda, 2 yıl süreyle tutmuştur. Esir sayısı ürkütücü. Ama vermek istiyorum. 150 bine yakın. Bu esirlerden 15 bini, zorla içi “krizol” dolu çukurlara sokularak, içmek zorunda bırakılarak, başlarında İngiliz süngülü askerlerin itelemesiyle, başları suya sokularak, birkaç dakika içinde kör edilmiştir. Hem de İngiliz Tabiplerinin eşliğinde yapılmıştır. Bu olaya uygar olduğunu iddia eden hiçbir ülke, “savaş suçu” dememiş, diyememiştir. Bu konu 1921 yılında Ankara’da TBMM açılınca meclis gündemine alınmış, 2 mebus görevlendirilerek, araştırma yaptırılmıştır. Şeref ve Faik Beyler, ellerindeki belgeleri kurulan komisyona getirerek, uzun uzun bilgi vermişler, meclis uluslararı girişimlerde bulunmuşsa da, İngiltere ne özür dilemiş, ne de tazminatı kabul etmiştir. Çünkü bunları anlayışı budur.
Bugün Irak, Filistin ve başka yerlerde yaşananlara ne kadar da çok benziyor değil mi?
İngiltere’nin başkenti Londra’nın en işlek caddesinde bir anıt vardır. Bir İngiliz askeri yatıyor. Ayakta duran bir asker onu süngülüyor. Bu süngüleyen askeri sembolize eden de bir Türk askeri. Anıtın üzerindeki yazı: “İNGİLİZ GENÇLİĞİ, ÇANAKKALE’Yİ UNUTMA!”
İngilizler gençlerine hep bunu hatırlatırken, bizim gençliğimiz ne alemde. Bir televizyon kanalında, bir program yapımcısı Çanakkale ile ilgili röportajlar yapıyor. Onlara sorular soruyor. Gençlerin verdiği cevaplar, insanın kanını donduruyor. Ekseriyeti ilgisiz ve bilgisiz. Magazin türü, alaycı cevaplar veriyor. Ne acı..
***
Japonlar; gençlerine atom bombasıyla enkaza dönüşen Hiroşima’yı gösterip ders veriyorsa, biz de ’Çanakkale ruhunu’ çocuklarımızın beynine işlemeliyiz. Püf nokta ise bundan sonrası... biz de Diyarbakır’dan Çanakkale’ye sesten hızlı giden trenle ulaşımı sağlayarak gençlerimizin ufkunu açabiliyor muyuz?
Karamsar zeminden kötümser nesil yetişir. Bir kuşak sonra, gençlik, bu kez başkalaşarak özüne düşmanlaşır. Alacakaranlık dünyanın sisli havası, olsa olsa bulanık suda balık avlayanların işine yarar. Bu Akifçe söylersek: “-Hüsrâna rıza verme... Çalış... Azmi bırakma; / Kendin yanacaksan bile, evlâdını yakma!”
Ölçüyü tutturamayanları ise Mevlânâ ne güzel uyarır: “-Bazen melekler nezaket ve inceliğimize imrenir; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperir!”
Gerekirse kanun çıkararak, özellikle öğrencilerimize her yıl MART ayında, Çanakkale’yi gezdirmeyi, iyi bir rehber nezaretinde dolaştırmayı mecbur kılalım. Görmek önemlidir. Orada adeta tarihi yaşarsınız. Gençlere, yeni nesile “milli şuur” verilmelidir.
Şehitlere olan vefa borcumuzu hatırlatarak, bu gurur gününüzü kutluyor, ebediyete intikal eden, tüm şehitlerimizin ruhuna bir FATİHA okumanızı rica ediyorum. ALLAH KABUL ETSİN. Ruhları şad olsun.
Türkiye
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.