Yazarımız Halit Güler’le hatıralar ve İmam Hatip nesli üzerine...

Yazarımız Halit Güler’le hatıralar ve İmam Hatip nesli üzerine...

Küçükkoner: Babanızın Alibeyhüyüğü Kasabasında imamlık yaptığı, pek çok öğrenci yetiştirdiği ve köyde sevilen bir insan olduğu söylenir. Babanızdan biraz bahseder misiniz.

Güler: Rahmetli babam, uzun seneler imamlık yapmış, gerçekten çevresinde sevilen ve saygı gösterilen bir kimse idi.
Babam, kasabamızda ilkokulu üç yıl olarak okumuş. Bu üç yıl içerisinde Selânik’li bir hocadan hem eski ve hem de yeni yazıyı öğrenmiş. Hem eski yazıyı ve hem de yeni yazıyı çok güzel yazar ve okurdu. Askerlikten sonra, Karasınır köyünde imam olan dedemin vefatı üzerine, onun yerine imam olarak gitmiş. Bir kaç sene o köyde imamlık yapmış ve çocuk okutmuş. Sonra kasabamıza dönmüş ve üç camiden birisi olan orta mahallesi camiine imam olmuş.
Rahmetli babam, kasabamızda hem imamlık ve hem de terzilik yapardı. O köylü olmamıza rağmen fazla tarlamız olmadığı için çiftçilik yapmazdı. İmamlık ücretini mahalleli öderdi. Harman zamanı köylüler, imamlık hakkını buğday olarak verirlerdi. Berber ücretini, çoban ücretini ve bekçi ücretini ödedikleri gibi. İmama bir farklılık tanımazlardı. Ücretini babam, tek atlı bir arabayla hasat zamanı kırlarda harman harman dolaşarak toplardı. Babam, bize bu ücret toplamayla ilgili çok enteresan şeyler anlatırdı: Bir gün babam, imamlık ücreti için köylünün birisinin kapısını çalmış. Adam dışarı çıkmış. Babam köylüye: “İmamlık ücretini almaya geldim.” deyince adam: “Yahu hoca, ben senin arkanda bir vakit namaz  kıldım da mı benden ücret istersin. “ demiş.
Rahmetli babam, mahallenin çocuklarını da okuturdu. Onlar için bir ücret almazdı. Şu senelerde bile,  beni senin baban okuttu diyen birçok insana rastlarım.
Babamın sesi güzeldi, kıraati düzgündü ve güzel Kur’an-ı Kerim okurdu.  Kendisini yetiştiren bizim tanımadığımız Selânik’li hocasına çok dua ederdi. Babam, kasabamızda 30 yıla yakın imamlık yaptı. Sonra Konya’ya taşındık. Babamın Konya’ya taşınıncaya kadar hiç resmi görevi olmadı. Konya’da imam olabilmek için önce dışarıdan bitirme imtihanlarına girerek ilkokul diploması aldı. Sonra imamlık imtihanını da kazanarak Uluırmak Ali Hoca Camiine resmi imam oldu. 15 sene resmi görev yaptıktan sonra yaş haddinden emekli oldu.
Küçükkoner: İlkokulu bitirdikten sonra Dorlalı Nasır Hoca Efendide Arapça okudunuz. Ondan biraz bahseder misiniz
Güler:  İlkokulu 1946 yılında Konya’da bitirdim.  Rahmetli babam beni hafız yapmak istiyordu. Ailem Konya’ya göç etmişti. Ağabeyim çok ağır bir hastalık geçirince köyümüze dönmek zorunda kaldık. Köyde babamdan Kur’an-ı Kerimi öğrendim ve hafızlığa başladım. Ağabeyim de babam gibi imam değil ama köyün terzisi idi. Demiştim ya imamlık ve terzilik bizim dede mesleğimiz diye. Köyde hem hafızlığa çalışıyor ve hem de ağabeyime dükkânda yardım ediyordum. Babam, baktı gördü ki bu işler köyde iyi gitmeyecek ve başarılı olunamayacak. Onun üzerine okumam ve hafız olmam için beni Konya’ya gönderdi.
Köyümüzde bakkallık yapan Ahmet Ağa diye birisi vardı. Onun oğlu Kâmil Yaylalı Konya’da hafızlığını bitirmiş, Nâsır Efendide Arapça okuyordu. Beni onun yanına gönderdiler. Kâmil Yaylalı, Konya’nın Mengene semtinde bir cami kıldırıyordu ve caminin evinde oturuyordu. Bekârdı. O evde beraber kalmaya başladık. Sonra yanımıza Bozkırın Asarlık köyünden Muhittin Candan diye bir arkadaş daha aldık. Böylece küçük bir evde üç kişi olmuştuk. Yıl 1949.
Konya’da mukim Dorlalı Nasır Efendide Arapça okumaya başladık. Kâmil Yaylalı bizden önce o hoca efendi de Arapça okumaya başlamıştı. Dorlalı Nâsır Efendi, emekli olmadan önce Çumra’nın köylerinde tahsildarlık yaparmış. Babam kendisini oralardan tanıyormuş. Babamın ricasını kabul etti, ben de O’nda okumaya başladım. Hoca Efendinin evi İstanbul caddesinde Numune Fırınının arkasında bir yerdeydi. Bizim kaldığımız evde Mengene de. İki evin arasında herhalde 3 kilometrelik bir mesafe vardı. Her sabah yürüyerek hocamızın evine gider, okuduktan sonra yürüyerek evimize dönerdik.  Bu yürüyüş bizim için bir zahmet ve yorgunluk değil, büyük bir zevkti.
Hocamız Nasır Efendi, 50 yaşından yani emekli olduktan sonra Arapça okumaya başlamış. Hocası Konya’nın sayılı âlimlerinden Hacı İsa Efendi idi. Bir taraftan okuyor, diğer taraftan kendisi de okutuyordu. Öğrenmeye ve öğretmeye çok meraklı idi. Talebeleri olan bizler, bunu görüyor ve hissediyorduk. Otuzdan fazla talebesi vardı. Tek katlı ve iki odalı bir evi vardı. Sanki odanın birisi bize aitti. Akşama kadar  evinden hiç talebe eksik olmazdı.. Hoca Efendi bir tarafa, o aile bu durumdan hiç rahatsızlık duymazdı. Benim dahil olduğum ders grubu okumaya Emsileden başlamış ve altı ay içerisinde Bina, Maksut ve Avamili bitirerek Izhara çıkmıştık. Nâsır Efendi, otoriter ve ciddi bir insandı, güzel ders okuturdu. Kendisini bu hizmete adeta adamıştı. Talebelerinden ufacık bir rahatsızlık belirtisi görülmezdi.  Biz talebeleri hocanın bu halini bildiğimiz ve kendisini sevdiğimiz için derse iyi çalışır ve mahcup olmamaya çaba sarf ederdik.
1951 yılında Konya’ya da imam-hatip okulu açılınca ben oraya geçtim. İmam-Hatip Okulunda Nâsır Efendide okuduğum Arapçanın çok faydasını gördüm ve onunla okulu bitirdim. Kendisini her zaman takdirle ve hayırlı yâd ederim. Allah rahmet eylesin.
Küçükkoner:  İslâmın İlk Emri Oku Mecmuasının çıkarılmasında önemli görevler üstlendiniz. Ondan biraz bahseder misiniz
Güler: Askerliğimi yedek subay olarak yaptım ve Haziran 1960 da terhis olup, Samsun’dan Konya’ya döndüm. Evli idim. Konya İmam-Hatip Okulunu bitirmiştim ve henüz yüksek tahsilim yoktu.1960 yılının Aralık ayında Konya’nın Büyük Kumköprü semtindeki Hasta Mehmet Camiine imam-hatip olarak atandım. Aynı dönemde askerlik yaptığımız sınıf arkadaşlarım da benim gibi Konya’ya dönmüşlerdi.  İmamlığın dışında çok boş vaktimiz vardı. Gençliğin ve idealizmin teşvik ve tesiriyle boş durmak istemiyorduk. Konya’da T. İmam-Hatip Okulları Mezunları Derneğini kurduk. Türkiye’de İmam-Hatip Okulu mezunlarının ilk kurduğu dernekti.
Derneğimize ve neslimize ilgiyi artırabilmek için bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Aylık dinî,  millî ve edebî bir mecmua çıkartmaya karar verdik. Mecmua çıkartmak için mali gücümüz falan da yoktu. Yalnızca iyi niyetimiz, bilgimiz, azmimiz ve cesaretimiz vardı. İzin alabilmek için biraz uğraştık. İslâm kelimesine takıldılar ve izin vermek istemediler. Nihayet İslâmin İlk Emri Oku Mecmuasını çıkartma iznini aldık. Mecmuanın sahibi rahmetli Mustafa Pektut. Sorumlu Müdürü Halit Güler.
Mecmuamız kısa zamanda büyük ilgi gördü ve yurt çapında yayıldı. Önce Konya’da, sonra Ankara’da ve daha sonra İstanbul’da bastırdık. Baskı ve tertibi çok güzeldi. Kısa zamanda on binden fazla abonemiz oldu. Bu Mecmua kapandığı zaman yurtiçinde ve yurtdışında 12.000 abonesi vardı.
Yüksek İslâm Enstitüsünde öğrenci iken de mecmuayı devam ettirdik. İslâm’ın İlk Emri Oku Mecmuası 20 yıla yakın yayınını sürdürdü. İslâm’ın İlk Emri Oku Mecmuası üzerinde durulmaya, araştırılmaya ve tarzı itibariyle ibret alınmaya değer bir yayın organı. Ben hayatımın en zevkli, en heyecanlı, en samimi ve en ihlâslı günlerini Oku mecmuasında ve mecmuayı çıkaranların arasında yaşadım.
Diğer yayın müdürü arkadaşlarım gibi ben de bir yazıdan dolayı soruşturma geçirdim ve cezaevine girdim.  Benim mahkememe Konyalının gösterdiği ilgi, İslâm’ın İlk Emri Oku mecmuasının itibarını ve tesirini,  arkadaşlarımızın Oku Mecmuası hizmetiyle kazandıkları saygınlığı belgeler. Keşke Oku Mecmuası hep devam etseydi
Küçükkoner: İstanbul’da bir süre yayıncılık da yaptınız. Yayın hayatınızın önemli olaylarından bahseder misiniz?
Güler: 1965-1966 döneminde Konya Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun oldum. O anda imamdım. Aynı zamanda İslâmın İlk Emri Oku Mecmuasını da çıkarıyorduk. İstanbul’da mecmuanın baskı işlerini takip eden arkadaşlarımız vardı. Oku Mecmuasından bahsederken şahıs ismi vermekten çekiniyorum. Çünkü; Konya ve İstanbul’da bu hizmete seve seve kendini vermiş, o kadar çok arkadaşımız vardı ki, isim verirsem bir kısmını dışarda bırakırım diye korkuyorum.
Zaten benim talebelik yıllarımda da yayınla ilgim vardı. Yüksek İslâm Enstitüsünden mezun olan arkadaşlarımıza dinî alanda çeşitli görevler veriliyordu. Yayında ve basında zayıftık. Bu durumu dikkate alarak biz, yayıncı olmaya karar verdik. Hepimiz müftü, vaiz ve din dersi öğretmeni olacak değildik ya. Bazılarımız da gazeteci olsun istiyorduk. Rahmetli Mustafa Pektut İstanbul’da İrfan Yayınevini kurmuştu. İmamlıktan istifa ederek İstanbul’a gittim, Süleyman Özkafa ve Mehmet Doğru ile beraber İrfan Yayınevine katıldık. Benim İstanbul’daki yayıncılığım böyle başladı. Yayınevinde dört ortak idik. Yayınevinde dört kişi fazla görülmeye başlayınca, ben bir müddet Yeni İstanbul gazetesinde çalıştım. Bu işlerle uğraşırken açık bulunan Beyoğlu Merkez Vaizliğine atandım.
Yayınevimiz, sanki bizim değil de İmam-Hatip neslinin idi. İmam-Hatip Okulları  öğretmen ve öğrencileri Türkiye çapında bize sahip cıktılar ve destek oldular, İmam-Hatip Okulları için yardımcı ders kitapları, orta okullar için din bilgisi kitaplarını biz basıyorduk. Yayınlarımız yurt çapında büyük ilgi görüyor ve çok satıyordu. Sanki ülke çapında İmam-Hatip Okulu mensuplarının İstanbul’daki temsilciliği, irtibat bürosu ve haberleşme merkezi idik.
Prof. Dr. Muhammed Hamidullah’ın “İslâm Peygamberi”  isimli iki ciltlik eserini ilk defa biz yayınladık. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü hocalarından Mehmet Sofuoğlu’nun tercümesi olan “Sahih-i Müslim”i orijinal metinleriyle 8 cilt halinde biz yayınladık. Yayınevi çalışmalarımız gayet güzel ve verimli giderken, herkes bize ümit bağlamışken Süleyman Özkafa ekipten ayrıldı ve müftülük görevi aldı. Sonra biz ayrılarak Mehmet Doğru ile Damla Yayınevini kurduk.
İrfan Yayınevinden ayrıldık ama yayıncılıktan ve Bab-ı Âliden ayrılmadık. Damla Yayınevi ülkemizde ilk defa resimli, dinî ve millî muhtevalı çocuk kitapları yayınladı, bu alanda hem öncülük yaptı ve hem de örnek oldu. Çocuk kitapları çok beğenildi. İstanbul’daki yayın hayatım, 14 yıl bilfiil ve 4 yıl da uzaktan kumandalı olarak tam 20 yıl sürdü.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nda  Fatih Müftülüğünden Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığına, sonra da başkan yardımcılığına atanınca yayıncılığı,  gönül ve merak olarak değil de iş olarak bırakmak zorunda kaldım.
Yayıncılık dinî ve millî kültürümüze katkısı sebebiyle güzel ve faydalı bir hizmet. O zaman  Bab-ı Âlide Ötüken, Cağaloğlu, Bedir, Üçdal Neşriyat, Sönmez Neşriyat, Toker, Dergâh, Sebil, Otağ ve Şamil  yayınevleri vardı. Bunların arasındaki münasebet çok dürüst ve seviyeli idi.  Ayrı ayrı isim altında kurulmuş tek yayın merkezi gibi idiler. Bu yayınevlerini kuran ve çalıştıran insanları bir türlü unutamıyorum. İçlerinde çizgiden sapmadan iyi para kazananları da oldu.
Yayınevimize,  merkezi bir yerde olduğumuz için politikacılar, gazeteciler, yazarlar, düşünürler, akademisyenler,  öğretmen ve öğrenciler uğrarlar, çok seviyeli ve faydalı sohbetler yapılırdı. Taşradan alış veriş için gelen yarı tüccar, yarı düşünür kitapçılar ayrıca yolumuza ve davamıza renk katarlar, canlılık getirirlerdi. Türkiye’nin en çok karışık olduğu 1970-1980 arası, yayıncılar çeşitli tehditler altında oldukları halde yayıncılardan hiç birisi cepheyi terk etmedi.
Ben iki yayınevinin kurucuları arasında yer aldım. Çok şükür yarım asra yakın bir zaman oldu ikisi de devam ediyor.
Küçükkoner: Bir ara din görevlisi olarak Yunanistan’da bulundunuz. Önemli hatıra ve tespitlerinizin olduğunu biliyoruz. Kısaca bunlardan bahseder misiniz?
Güler: Hay hay memnuniyetle ve övünçle bahsederim de, bu soruyu neden kısaca kaydıyla sordunuz. Herhalde uzun uzun anlatacağımı zannederek konunun uzamasından korktunuz.
Ben, bir din görevlisi olarak Yunanistan’da bulunmadım. Din görevlisi tâbiri, uzun süre oralarda görev yapmış gibi bir çağrışım yaptırır. Halbuki ben, uzun süreli değil de Ramazan görevlisi olarak ayrı ayrı zamanlarda üç defa Batı Trakya’da bulundum. İki Ramazan Gümülcine ve köylerinde, bir Ramazan da İskece ve köylerinde görev yaptım. Görev yapma tabirinden de hoşlanmıyorum, onların içinde bulundum, onlardan biri gibi yaşadım. İlk gidişim 1969, son gidişim de 1989 da oldu. Yirmi sene sonra Batı Trakya’ya gittiğim zaman hiçbir şeyin değişmemiş ve parlak nutukların uygulamaya intikal etmemiş olduğunu gördüm. Son gidişimin üzerinden 20 sene daha geçti. Yine de hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu yakinen biliyorum. Değişmeyen neler diye sorar ve merak ederseniz bir kaç örnek vereyim:
Türkler, azınlık statüsüne sahip oldukları halde çok katlı ev yaptıramaz ve eskimiş, yıkılmaya yüz tutmuş evlerini tamir ettiremezler.
 Milli Eğitim Bakanlığımız tarafından gönderilen ders kitapları, Türk çocuklarına verilmez, depolarda bekletilir.
Türkiye’de üniversite bitirenlere, meslek sahibi olanlara Yunanistan’da çalışma izni verilmez.
Türkler, müftülerini kendileri seçemezler. Seçtikleri müftülere Yunan makamları görev yaptırmaz.
Hava alanı yapacağız ve üniversite kuracağız diye istimlâk edilen Türklere ait topraklar,  50 yıldır boş durur. Türkler o toprakların içinden bile geçemezler.
Bulgar sınırında yaşayan Türkler, izinsiz hiç bir yere gidemezler, bölgeden çıktıkları takdirde izin almadan kendi yurtlarına dönemezler.
Türklere ait vakıf eserleri, çeşitli bahanelerle istimlâk edilerek ortadan kaldırılır. Türkler, yıkılmak üzere olan camileri tamir ettiremezler. Tamir ettirmek için yıkarlarsa yeniden yaptıramazlar.
Türkler, kendi köylerinde kahvehane açamazlar, Rumlar Türk köylerine meyhane açarlar.
Siz o parlak nutuklara, sahte gülücüklere ve el sıkışmalara bakmayın Batı Trakya’da değişen bir şey yok.
Küçükkoner: Batı Trakya’da nasıl karşılandınız ve başka neler gördünüz?
Güler: Batı Trakya’ya ben yalnız gitmedim arkadaşlarım da vardı. Tabii ki çok iyi karşılandık, bizi ümitlendiren ve gururlandıran tablolar gördük ve olaylar yaşadık. Ramazan boyunca camilerde vazettik. Köylere gittiğimiz zaman köylüler tarafından köyün girişinde coşku ile karşılandık. Bu hoca Türkiye’den gelmiş diye hasretle bağırlarına bastılar ve camilerde yaptığımız konuşmaları sevinç göz yaşlarıyla takip ettiler. Oralarda da çok değerli din görevlileri var, ama Türkiye’den gelen onlara göre başka oluyor.  Şu anda Atina’da milletvekili olan Ahmet Hacı Osman, Gümülcine Müftüsü İbrahim Şerif,  Rahmetli İskece Müftüsü Mehmet Emin Ağa, gazeteci İsmail Rodoplu başta olmak üzere vaaz ve irşat kurulu üyeleri bize çok ilgi gösterdiler ve yardımcı oldular. Kendilerini Batı Trakya Türk’leriyle birlikte takdirle hatırlıyor ve saygı ile anıyorum.
Batı Trakya’da kadınlar da erkekler kadar, Türkiye’den gelenlere ilgi duyarlar ve sevgi gösterisinde bulunurlar. Bir ikindi vakti haber vermeden bir köye gittik. Daha doğrusu yolumuz düştü, şu köye bir uğrayalım dedik. Namazdan önce bizim köye geldiğimiz cami hoparlörlerinden köylülere duyuruldu. Bizim o köye geleceğimizden köylülerin haberi yoktu. Vakit dar olmasına rağmen camiye girdiğimiz zaman büyük bir cemaatle karşılaştık. Kadınlar da erkeklere yakın sayıda gelmişlerdi. Bu kadar kadın ve erkekten oluşan cemaatin kısa zamanda nasıl toplanıverdiğine hayret etmiştik. Ve kadınlar biz oradan ayrılıncaya kadar cami önünde toplu halde beklediler. Bizi yolcu etmeden oradan ayrılmadılar.
Yine bir gün akşama yakın Karacaoğlan köyüne gitmiştik. Teravih namazını Kocatepe Camii İmam-Hatibi Kadir Temel kıldırdı ben de vazettim. Camide müezzinlik yapanların sesleri,  makamlara aşina oluşları dikkatimizi çekti. Namazdan sonra gençlerin çay içtikleri odaya gittik. Batı Trakya’da camilerin yanında gençlere ve yaşlılara ait odalar var. Odada bulunan gençlere müezzinlik yapanlar kimlerdi diye sordum. Bir grup genç bizdik dediler. Genç imam İstanbul’da bir Kur’an kursunda okuduğunu söyledi. Sizi tebrik ederim, çok güzel müezzinlik yaptınız, cemaati memnun ettiniz ve camiyi şenelttiniz deyince; “Hocam biz, kaside ve ilâhilerin dışında güzel mehter marşları da çalar ve söyleriz.” dediler. O zaman “dinleyelim” dedim. Hemen orada küçük bir orkestra oluşturdular ve kendilerinin icat ettikleri enstürümanlarla bize güzel bir musiki ziyafeti çektiler. Bu tabloyu unutamıyorum.
Bir gün vaiz Hasan Paçaman’ın oğlu Recep’le bir caddede yürüyoruz. Daha doğrusu o beni kadınlara vazedeceğim camiye götürüyordu. Bir parkın önünden geçiyorduk. Parkta oynayan çocuklar gördük. Recep o tarafa acı acı baktı. Recebe: “Sen bu parkta niye oynamıyorsun?” dedim. Kaşlarını çatarak sert bir bakışla “oynamam” dedi. “Niye oynamıyorsun?” dedim. “Bu park bizim mezarlığımızdı. Rumlar Türk mezarlığını bozdular ve park yaptılar. Dedelerimin mezarları üzerinde mi oynayacağım? Onun için oynamam.” dedi. Hiç şüpheniz olmasın ki Batı Trakyalı Türk’ün küçük büyük, kadın erkek, okumuş cahil hepsi bu şuur ve inançtadır.
Batı Trakya hatıralarımı, Balkan ülkelerindeki hatıralarımla Tuna Nehri Konuşsaydı isimli kitabımda yayınladım.
Küçükkoner: Uzun yıllar Diyanet İşleri Başkanlığı’nında bulundunuz. Zaman zaman da Diyanet İşleri Başkanlığına vekâlet ettiniz. Bu dönemden kısaca bahseder misiniz?
Güler: 1960 yılı Aralık ayında Diyanet İşleri Başkanlığına imam-hatip olarak girdim. Altı yıl imamlıktan sonra Beyoğlu Merkez Vaizliğine atandım. Kadıköy ve Fatih İlçe Müftülüklerinde bulundum. Fatih Müftüsü iken Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Dairesi Başkanlığına isteğimin dışında 31.08.l982 de getirildim. Bu görevde iken 26.12.1984 de Diyanet İşleri Başkanlığı Başkan Yardımcılığı görevine tayin edildim. On beş yıla yakın başkan yardımcılığı görevinde bulundum ve üç başkanla çalıştım. Bu başkanlar: Dr. Tayyar Altıkulaç, Prof. Dr. Mustafa Sait Yazıcıoğlu ve Mehmet Nuri Yılmaz. En fazla M. Nuri Yılmaz’la çalıştım.
Dr. Tayyar Altıkulaç zamanında Din Hizmetleri Dairesinden, Yayından ve Döner Sermaye İşletme Müdürlüğünden; Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu zamanında da yine aynı dairelerden sorumlu olarak çalıştım. M. Nuri Yılmaz zamanında Din Hizmetleri, personel ve Hac Dairesi Başkanlığından sorumlu olarak çalıştım.
Dr. Tayyar Altıkulaç’tan sonra Başbakan Turgut Özal’ın yazılı emri ile Diyanet İşleri Başkanlığına vekâlet ettim. Devlet Bakanı Kazım Oksay’ın imzası ile gelen yazı aynen şöyle idi: “Diyanet İşleri Başkanlığına, açık bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı görevinin Başkan Yardımcısı Sayın Halit Güler tarafından vekâleten yürütülmesi Sayın Başbakanın 16.04.l987 tarihli yazısı ile uygun görülmüştür. Gereğini rica ederim.” Bu yazı ile vekâlet görevime başladım. Bu yazının tarihi 17.04.1987. Benimle ilgili başkanlık kararnamesinin Bakanlar Kurulunca imzalanarak köşke gönderildiği söyleniyordu. Her ne sebeple ise kararnamem köşkten döndü. Üç veya dört aylık vekâletten sonra Prof. Dr. M. Sait Yazıcıoğlu Başkanlığa atandı. Ben de 26 Haziran 1999 tarihinde yaş haddinden emekli oldum.
Ülkemizde Allah, İmam-Hatip Okulu mezunlarına çok güzel hizmetler nasip etti. Şükürler olsun Cenab-ı Hak o neslin bir ferdi olarak bana da güzel ve şerefli görevler nasip etti. Ben, imamlığın dışında Diyanet İşleri Başkanlığında hiçbir göreve talip olarak gelmedim. Yapılan teklifleri değerlendirdim ve kabul ettim.  Merkez ve taşra teşkilâtlarımız benim Diyanet İşleri Başkanı olmamı çok istiyordu. Bunu benim söylemem belki doğru değil ama, benim bu ifademi teşkilâtımdan hiç kimse yadırgamaz. Özellikle uzun süre görev yaptığım İstanbul teşkilâtı durmadan bastırıyordu.  Teşkilâtın desteğiyle ismim ön plâna çıktı ve Diyanet İşleri Başkanı olacağıma kesin gözüyle bakılmaya başlandı. Basında bununla ilgili haberler sıkça görülmeye başladı. Hatta yeni Diyanet İşleri Başkanı diye resmimi bile yayınlayanlar oldu. Bu kadar yoğun isteğe ve desteğe rağmen karakterim, yetişme ve yaşayış tarzım, şartlarım bazılarının prensiplerine uymadığı için kararnamem onaylanmadı. Başbakan Turgut Özal’ın yazılı emri, Diyanet İşleri Başkanlı’ğında ilk uygulamayı ve hükümetin eğilimini gösteren belge.
Benim, Diyanet İşleri Başkanlığında bulunduğum sürede yurtiçi hizmetlerinin yanı sıra yurtdışında da çok mükemmel hizmetler ifa edilmiştir. Vatandaş ve soydaşlarımızın bulunduğu dış ülkelere Başkanlık güzel hizmetler götürmüştür. Avrupa ülkelerinde çalışan işçi vatandaşlarımızın toparlanmasında, yeni neslin korunmasında, birliğin ve dayanışmanın sağlanmasında, vatandaşlarımızın din adına çeşitli etiketler altında bölünüp birbirlerine düşman edinmelerini sağlamak için hazırlanan plân ve projelerin boşa çıkmasında önemli rol oynamıştır. Büyükelçiliklerimizin nezdinde Din Hizmetleri Müşavirlikleri, başkonsolosluklarımızın nezdinde din hizmetleri ataşelikleri açılmış, bunların takip ve kontrolünde tahsis edilen kadrolara yüzlerce din görevlisi seçilerek gönderilmiştir. Balkanlarda soydaşlarımızın bulunduğu ülkelerde ve Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde T.Diyanet Vakfının da maddî desteği ile imam-hatip okulları, ilâhiyat fakülteleri açılmış, öğretmen ve din görevlisi ihtiyaç kadar gönderilmiş, ihtiyaç olan yerlere camiler inşa edilmiş ve Kur’an kursları açılmıştır. Bu hizmetler 28 Şubat kararlarının uygulanmaya konulduğu tarihe kadar çok güzel aşk ve şevkle yürütülmüş ve 28 Şubat kararları bu hizmetleri adeta durdurmuştur.
Küçükkoner: Bildiğimiz kadarıyla T. Diyanet Vakfında da hizmetleriniz oldu, hattâ vakıf başkanlığı bile yaptınız. T.Diyanet Vakfındaki hizmetlerinizden de biraz bahseder misiniz?
Güler: Hay hay memnuniyetle bahsederim:
 T.Diyanet Vakfı, Diyanet İşleri Başkanlığı hizmetlerini desteklemek amacıyla 1975 yılında kurulmuştur. Vakfın kurucuları; Dr. Lütfi Doğan, Dr. Tayyar Altıkulaç, Yakup Üstün ve Ahmet Uzunoğlu. Ben 1982 de Ankara’ya geldim. Demek ki benden yedi sene önce kurulmuş. T. Diyanet Vakfı 28 Şubat Kararlarına kadar Diyanet İşleri Başkanlığı hizmetlerine yurtiçinde ve yurtdışında çok büyük destek oldu. 28 Şubat Kararlarından sonra maddî gücü elinden alındığı için daha önceki destek hizmetini sağlayamaz oldu. İl ve ilçe müftülükleri T. Diyanet Vakfının şubeleridir. 
Diyanet İşleri Başkanlığı, yurt çapında müftülük hizmet binalarını, eğitim merkezlerini,  önemli camileri ve Kur’an kurslarını vakfın desteğiyle yaptırmıştır. Türkiye’de İmam-Hatip Okulu binalarının bir çoğu da vakfın mülkiyetindedir.
T.Diyanet Vakfı İstanbul’da İslâm Araştırmaları Merkezini kurmuş ve bu merkezde dünyanın sayılı kütüphanelerinden birini açmıştır. Bu merkez, tamamıyla telif bir eser olan İslâm Ansiklopedisini yayınlamıştır.  İslâm Araştırmaları Merkezi aracılığıyla yurt dışına ihtisas ve araştırma için gönderilen gençler, bugün çeşitli üniversitelerde akademisyen olarak çalışmaktadırlar. T.Diyanet Vakfı yayıncılıkta da öncülük yapmış, her sene Ramazan ayında büyük şehirlerde açtığı kitap fuarları ile dinî ve millî neşriyata bir hayatiyet ve canlılık kazandırmıştır. T.Diyanet Vakfı, Türkiye’nin yüz akı Hac organizasyonunda da önemli görevler ifa etmiştir.
 T. Diyanet Vakfı sayesinde Diyanet İşleri Başkanlığı yurt içinde ve yurtdışında maddî bakımdan devletten bir şey beklemeden ve bir kuruş yardım almadan ihtiyaçlarını gideren ve personeline rahat nefes aldıran, onurla yaşamalarını sağlayan itibarlı ve güvenli bir kurum haline gelmiştir.
Ben bu vakıfta mütevelli heyet üyesi, denetim kurulu başkanı ve defalarca vakıf başkanı olarak 15 seneye yakın hizmet verdim. Bu hizmetimle övünüyorum.
Küçükkoner: Pek çok yurtdışı gezileriniz oldu. Gezilerinizle ilgili ilgi çekici anılarınız var mı?
Güler: Yurtdışı gezilerinde anıları tespit etmek veya hatırda tutmak zordur. Çünkü; bizim yurtdışı gezilerimiz baştan sona ilgi çekici olaylarla doludur. Hangi birini anlatıyım tutum ve düşüncesi seçimi zorlaştırıyor.
Defalarca Avrupa ülkelerine değişik zamanlarda seyahatlerimiz oldu. Cami açılışlarına, vakıf toplantılarına, katıldım, konferanslar verdim ve irşat hizmetlerinde bulundum.  İlk yurtdışı seyahatim 1970 li yıllarda oldu. Almanya’ya gitmiştim. Almanya’ya ayak basar basmaz ilk defa yabancı bir ülkeye gitmenin tesiriyle de olsa gerek,  adeta şoke oldum. Bizden çok ilerde, kalkınmış ve gelişmiş tertemiz bir ülke. Hemen ister istemez şunu düşündüm. 
Memleketimizi idare edenler defalarca yurtdışına gidip geliyorlar. Acaba onlar bu ülkenin veya bir başka ülkenin sokaklarında, iş yerlerinde, pazarlarında,  eğlence yerlerinde ve parklarında gözü kapalı mı dolaşıyorlar ki dedim. Bu ülkelerde sadece gördüklerini, özellikle mahalli idarelerden sorumlu olanlar ülkelerine taşısalar yeter. Ama neden yapmadılar veya yapmıyorlar? İşte hayatımda cevaplandıramadığım sorulardan birisi de bu.
Almanya’ya giderken bavuluma memleketimin şartlarını düşünerek elbise fırçası ve ayakkabı bezi koymuştum. Gittiğim şehirde 40 gün kaldım. Bir defacık elbise fırçasını ve ayakkabı bezini kullanmak ihtiyacını duymadım. Hiç kullanmadan döndüm.
Yalnız Almanya’ya, Diyanet İşleri Başkanlığının kadrolu görevli gönderdiği bine yakın cami var. Diğer camileri de dikkate alırsak demek ki yalnızca Almanya’da Türklere ait üç bine yakın cami var. Bu camilerin yerini satın alan, binasını yapan,  yaşatan ve görevlisini temin eden işçi vatandaşlarımızdır. Hollanda, Fransa, Belçika, Avusturya, Danimarka ve baltık ülkeleri bu yarışta Almanya’dan daha sessiz ve geri değillerdir. İşte bu tablo bizim vatandaşlarımızın dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar dine bağlılıklarını, ibadete düşkünlüklerini ve mabet aşklarını ne güzel ortaya koyuyor ve sergiliyor.
Avrupa’ya her gidişimde vatandaşlarımızın bu fedakârlık ve cesaretleri hep dikkatimi çekmiştir. Bir Ramazanda 15 gün Hollanda ve Almanya’da bulundum. Günde en az üç camide değişik vakitlerde konuştum ve dernekleri ziyaret ettim.  Gecenin hangi saatinde gidersek gidelim vatandaşlarımızı hasret ve sevgi ile bizi bekler vaziyette buluyorduk. Gece gündüz hiçbir caminin kapısını kapalı bulmadık.
Bu durum ve şartlar Balkanlarda da ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerinde de böyle. Balkanlardaki Osmanlı eserleri ilgi ve hizmet bekliyor. Sovyetler Birliği topraklarındaki Türk eserleri, o kadar perişan ve bakımsız değil. Balkanlardaki Osmanlı eserleri, biri gelip bizi ayağa kaldırır ve kubbemizden yapışır diye bekliyorlar ve yıkılmamak için mücadele veriyorlar. Balkanlarda yaşayan Türk, Arnavut, Boşnak, Pomak, Tatar kim ve ne olursa olsun hepsi Müslüman soydaşlarımız,  sanki her biri bir eserden sorumluymuş gibi bir caminin, bir türbenin, bir şehit mezarlığının anahtarlarını ceplerinde taşıyorlar ve bekçiliğini yapıyorlar. Nereye gidersek gelip bizi buluyorlar, ne olur Türkiye dönüp bize bir baksın diyorlar. Baksın bakalım buralarda ne görecek? Camileri var, müftüleri var, imamları, dernekleri, neşriyatları  ve cesaretleri var. Var ama maddî güçleri yok. Paranın hesabını ve tarihi eserin değerini bilmeyen bazı zenginlerimiz ne zaman uyanacaklar acaba?
Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde de aynı durum söz konusu. Senpetersburg’da tarihî bir caminin tamir işleriyle ilgili bir toplantıya katılmıştık. Cuma namazını da o tarihî tatarlar camiinde kıldık. Mevsim kış olduğu için her taraf buzlarla kaplı. Isı eksi 25 derece. Yolda yürümek, donup kalmadan sıcak bir yer bulmak çok zor. Şartlar böyle olduğu halde 70-80 yaşlarında kadın-erkek Müslümanların Cuma namazına geldiklerini gördük. Otobüsten inemeyecek kadar yaşlı ve başkasının yardımıyla otobüsten inebilen Müslümanlar,  mabede ve Türkiye’den merasime gelen heyete koşuyorlardı.
Küçükkoner: Öteden beri yazmaya meraklı olduğunuzu biz biliyoruz. Okuyucularımız sizin bu yönünüzü pek fazla bilmiyorlar. Bu güzel merakınızı ve çabanızı bize biraz anlatır mısınız?
Güler: Konya İmam-Hatip Okulunu 1957-1958 döneminde bitirdim. Talebelik yıllarımda Yeni Meram ve Öz Demokrat gazetelerinde çok az da olsa yazardım. Meselâ; Yeni İstiklâl Gazetesinde  “Duman Altındaki Köy” başlıklı yazım çıktığı zaman çok sevinmiştim. Son sınıfta iken bir kaç arkadaşımla birlikte Çağlayan isimli bir dergi çıkartmıştık. Dört sayı çıkarabildik sonra paramız olmadığı için kapandı. Konya Yüksek İslâm Enstitüsünde öğrenci iken İslâm’ın İlk Emri Oku Mecmuasını çıkarıyor ve bu mecmuada yazıyordum. Yine o yıllarda rahmetli Kubilây İmer ve Ziya Tanrıkulu ile Şafak isimli günlük bir gazete çıkartıyorduk. O gazetede ben fiilen çalışıyor ve zaman zaman yazıyordum. Hani her insanın bir fobisi olur ya, yazmak da o yıllarda benim fobim idi.
 İşte ben o tarihten bu yana iddialı olmamakla beraber hep denemeler yaptım ve yazmaya çalıştım. Örnek aldığım ve kendilerine benzemek istediğim insanlar ve yazarlar vardı: Bunların başında, hatılıyabildiğim kadarıyla Mehmet Âkif, Nurettin Topçu, Ali Fuat Başgil, Peyami Safa, Osman Yüksel Serdengeçti, Necip Fazıl Kısakürek, İsmail Hami Danişment, Mehmet Kaplan, Nihat Sami Banarlı, Samiha Ayverdi, Tarık Buğra, Osman Turan, Ahmet Kabaklı, M. Necati Sepetçioğlu, Fethi Gemuğluoğlu, Cemil Meriç ve Erol Güngör gibi kimseler gelirdi.
Yazarlık bir kabiliyet işi. Çok okumak, düşünmek, heves ve ihtiras da insanı kalem sahibi yapabilir. Ben de kabiliyetten ziyade okumak, düşünmek ve heves vardı. Aklı eren ermeyen her insan veya az çok mürekkep yalamış bir kimse çok sevdiğiniz vatanınızın geleceğiyle, gençlikle, kültürle, eğitimle ve aile yapısıyla ilgili bir şeyler yazarken sizin elinizi kolunuzu bağlayıp sessiz kalmanız elbette düşünülemez. Sizin de sözlü ve yazılı görüş beyan etmeniz gerekir. Bu idealizm de insanı kabiliyet ve birikim sahibi yapar.
Kitap yazmayı pek fazla düşünmedim, esasen vaktimde olmadı. En verimli zamanım bürokraside geçti. Fırsat buldukça makale yazdım. Bu arada az da olsa kitap çalışmalarım da oldu:
Yayıncılık yaptığımız için ders kitaplarından işe başladık. Önce İmam-Hatip Okulları için Din Dersleri I,II,III  kitabını hazırladık. M.E.B. tarafından yardımcı ders kitabı olarak kabul edildi. Sonra Ortaokullar için Din Bilgisi I,II kitabını hazırladık. O da M.E.B. ca yardımcı ders kitabı olarak kabul edildi.
Benim yurtdışı seyahatlerim olmuştu. Dünyanın neresine gittim ise o ülke ile ilgili anılarımı muhakkak yazdım ve gazetelerde yayınladım. Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine ve Balkan ülkelerine yaptığım seyahat notlarını Diyanet Gazetesinde yayınlamıştım. Önce meslektaşlarım ve sonra okuyucularım bu notların kitap haline getirilmesini ısrarla istediler. Ben de Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine yaptığım gezi anılarımı “Orta Asya’da İslâm’ın Yeniden Doğuşu” ismi altında yayınladım. Balkan ülkelerine yaptığım seyahat notlarımı da Batı Trakya’ya yaptığım seyahat ve ziyaret notlarım dahil “Tuna Nehri Konuşsaydı” ismi altında yayınladım.  Bu ikinci kitabım T. Yazarlar Birliği tarafından gezi dalında yılın kitabı seçildi ve ödüllendirildi. Bir başka kitabım; “Çağdaş Dünyada Yeni Düzen Arayışları ve İslâm”. Bu kitabım bazı gazeteler ve yazarlar tarafından bir Diyanetçinin medyaya nasihatı şeklinde değerlendirildi, suçlandı ve tartışmalara yol açtı. Her üç kitabım da T.Diyanet Vakfı yayınları arasında yer aldı. Belki sorarsınız, yeni bir kitap çalışmam yok.
Küçükkoner: Epey zamandır Merhaba Gazetesinde yazıyorsunuz. Akademik sayfada da yazılarınızı görüyoruz. Öteden beri yazı yazdığınızı biliyoruz da Merhaba Gazetesinde yazmak nereden aklınıza geldi? Gazetede yazı yazmak nasıl bir duygu? Kısaca bahseder misiniz?
Güler: Bir başka sorunuza cevap verirken beğendiğim ve kendileri gibi olmak istediğim şahıs ve yazarlardan bahsetmiştim. O yazarlara benzemek veya onlar gibi olmak onların yaptığı işi yapmakla mümkün olur. Baktım ki onlar gazete ve dergilerde yazıyorlar ve kitap yayınlıyorlar ben de öyle yapıyım dedim ve yazmaya başladım. Birinci sebep bu.
Yazı yazmanın hele hele günlük yazı yazmanın zorluğunu bilenlerdenim. Önceleri Merhaba Gazetesinde haftada bir gün yazıyordum. Sonraları, Akademi sayfasındaki yazılarımızı da dikkate alırsak, haftada üç gün yazmaya başladım. Her gün yazmak istemez misiniz diye sorarsanız ömrüm kifayet ederse ilerde onu da düşünebilirim.
Merhaba Gazetesinde yazmama diğer bir sebep: Şeyh’ul-Muharririn ünvanına lâyık görülen ve Konya Gazeteciler Cemiyeti tarafından kendisine bu pâye verilen  M. Ali Uz, benim Konya İmam-Hatip Okulundan sınıf arkadaşım ve gönüldaşım. Zaten vaktiyle İslâmın İlk Emri Oku Mecmuasında da beraber çalışmıştık. M.Ali Uz bana: “Ben Merhaba Gazetsinde yazıyorum, senin de yazmanı istiyorum.” dedi ve rica etti. Beni yazmaya teşvik etti ve gazete çalışanlarıyla tanıştırdı. Gazete çalışanlarının ve idarecilerinin iyi niyetli olmaları ve M.Ali Uz Beyefendinin de isteği üzerine Merhaba Gazetesinde yazmaya başladım. Yazmaktan memnunum. Allah ömür verdiği sürece de yazmak isterim.
Başka sorunuz varsa cevaplandırmak isterim.
Küçükkoner: Değerli hocam, bize zaman ayırdığınız ve sorularımızı cevaplandırma lütfûnda bulunduğunuz için teşekkür eder, çalışmalarınızda başarılar dileriz.
Güler: Bana bu fırsatı verdiğiniz için ben de size teşekkür ederim.         -SON-

Halit Güler kimdir?

Halit Güler, 1934 yılında Konya ili Çumra ilçesi Alibeyhüyüğü kasabasında doğdu. İlkokula köyünde başladı ve ailesinin Konya’ya göç etmesi sebebiyle Uluırmak İlkokulunda bitirdi. Aynı zamanda köyünün imamlarından olan babası Mustafa Güler’den ilk dinî bilgileri aldı.
Konya’da Bulgur Tekkesi Kur’an Kursu Hocası Hakkı Özçimi’de hafızlığa başladı. Konya’da İmam Hatip Okulu açıldığından oraya devam edebilmek için hafızlığı tamamlamadan kurstan ayrıldı. Yine İmam Hatip Okuluna girmeden önce Dorlalı Nasır Efendi’den Arapça dersleri aldı.
Daha sonra Konya’da 1951 yılında açılan İmam Hatip Okuluna devam ederek 1957-1958 ders yılı dönemi mezunları arasında yer aldı. 49. Dönemde ve 1960 yılında yedek subay olarak askerliğini tamamladıktan sonra talebi üzerine Konya’da imam-hatiplik görevine atandı ve bu görevi Büyük Kum Köprü Hasta Mehmet Camii’nde altı yıl sürdürdü. Bu arada Türküye İmam-Hatip okulları Mezunlar Cemiyet Başkanlığı yaptı ve daha çok ilk mezunlardan oluşan arkadaşlarıyla İslâm’ın ilk emri Oku mecmuasını çıkardı. Ve beş yıla yakın bu mecmuanın yayın müdürlüğünü yaptı.
Bu arada beklenmedik ve umulmadık bir zamanda halkın gayretiyle Konya Yüksek İslâm Enstitüsü açıldı. Bu fırsattan yararlanarak Konya Yüksek İslâm Enstitüsüne kaydını yaptırdı ve Enstitüyü 1965-1966 döneminde bitirdi. Yüksek İslâm Enstitüsünde Öğrenci iken talebe cemiyeti başkanlığı yaptı ve İslâm’ın İlk Emri OKU Mecmuasında çıkan bir yazıdan dolayı cezaevine girdi.
İki yıla yakın memuriyete ara verdikten sonra Beyoğlu Merkez Vaizliğine atandı. On yıl kadar Beyoğlu Merkez Vaizliği yaptı ve  bir yılda Beyoğlu Müftülüğüne vekalet  etti. Daha sonra Kadıköy ve Fatih İlçe Müftülüklerinde bulundu.
İstanbul’da bulunduğu yıllarda yayınla yakından ilgilenme fırsatı buldu ve kısa bir müddet Yeni İstanbul gazetesinde çalıştı. Sonra aynı dönem mezunlarından Mustafa Pektut tarafından kurulan İrfan Yayınevine arkadaşları Süleyman Özkafa ve Mehmet Doğru İle birlikte katıldı. Bir müddet sonra İrfan Yayınevinden ayrılarak Mehmet Doğru ile birlikte Damla Yayınevini kurdu.
Halit Güler, Fatih Müftüsü iken Diyanet İşleri Başkanlığı Din Hizmetleri Daire Başkanlığı’na atandı. Bu görevde iken Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı’na getirilen Halit Güler, Başkanlığının emri üzerine Diyanet İşleri Başkanlığının 16.04.1987 tarihli onayı ile Diyanet İşleri Başkanlığı’na vekâleten atandı.
Yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığı’ nın muhtelif kademelerinde 40 yıla yakın hizmeti bulunan, değişik zamanlarda meslekî eğitim kurslarına katılan, yurt içinde ve yurt dışında önemli toplantılarda zaman zaman Başkanlığı temsil eden, çeşitli gazete ve dergilerde meslekî araştırma ve yazıları yayınlanan, Diyanet İşleri Başkanlığı hizmetlerini desteklemek amacıyla kurulan Türkiye Diyanet Vakfında değişik evrelerde mütevelli heyet başkanlığı yapan Halit Güler, 1999 Haziran Ayında yaş haddi sebebiyle Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığı görevinden emekli oldu.
Evli ve iki çocuk babası olan Halit Güler, uzun hizmet süresininin ardından tekrar memleketi olan Konya’ya dönerek ömrünü ve meslekî çalışmalarını bu şehirde sürdürmektedir.

Basılmış Kitapları:
Orta okullar için Din Bilgisi (1,2) (Mehmet Doğru ile müşterek)
İmam-Hatip Liseleri Orta Kısım için Din dersleri (1,2,3) (m.d. İle  müşterek )
Orta Asya’da İslam’ın yeniden doğuşu
Tuna Nehri Konuşsaydı
Çağdaş Dünyada Yeni Düzen Arayışları ve İslâm

KONYA İLİM VE KÜLTÜR  ADAMLARIYLA SÖYLEŞİLER
Ş. Funda KÜÇÜKKONER 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.