Batı’nın şiddetle intikamı

Batı’nın şiddetle intikamı

Hazırlayan: Uğur ElmasŞiddetin sadece Türkiyede değil tüm dünyada hızla arttığını ifade eden Rasim Özdenören, toplumumuzdaki tahammülsüzlük ve şiddetin kaynağının, bize empoze edilen batı kültürünün içinde aranması gerektiğini söyledi.

BAŞLARKEN…

Yazdığı 30’un üzerinde kitapla, toplumumuz üzerinde çarpıcı tespitlerde bulunan, Türk Edebiyatına ismini yazdırmayı başaran Şair ve Yazar Rasim Özdenören, azmiyle elde ettiği birikimini bugün de yazdığı yazılarıyla toplumun bilgisine sunmaya devam ediyor. İnsanımızın ve toplumumuzun içinde bulunduğu yozlaşmalara parmak basarak önemli teşhislerde bulunan Özdenören, eserlerinde ne ‘şekli anlama’ ne de anlamı şekle’ feda etmektedir. Edebiyatımıza kazandırdığı ‘Gül Yetiştiren Adam, Kent İlişkileri, Çözülme’ gibi eserlerle toplumsal sorunlara eğilen Yazar, yaşanan bu yozlaşmalara çözüm arayışı içinde olmuştur. Türk edebiyatının önemli şair ve öykücülerinden Rasim Özdenören ile ‘toplumumuzda ve dünyada giderek artan tahammülsüzlük ve şiddet’ üzerine konuştuk.


Rasim Özdenören Kimdir?
Türk öykü yazarlarının önemli isimlerinden Rasim Özdenören, 1940 yılında Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kahramanmaraş, Malatya, Tunceli gibi güney ve doğu şehirlerinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Mezun olduktan sonra Devlet Planlama Teşkilatı’nda uzman olarak çalıştı. 1970-1971’de araştırma amacıyla ABD’nin çeşitli eyaletlerinde iki yıl kadar kaldı. Dört yıl sonra, 1975'de Kültür Bakanlığı Bakanlık Müşavirliği görevine geldi ve aynı bakanlıkta bir yıl da müfettişlik yaptı.
1978’de istifa ederek ayrıldığı devlet memurluğuna bir süre sonra tekrar döndü. Çok Sesli Bir Ölüm ve Çözülme adlı hikayeleri ayrıca TV filmi yapılmış, bunlardan ilki, Uluslararası Prag TV Filmleri Yarışmasında jüri özel ödülünü almıştır. 30’un üstünde eseri bulunan Rasim Özdenören, Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Hikayecisi Ödülü, Türkiye Milli Kültür Vakfı fikir dalında Jüri Özel Ödülü, Uluslararası 1977 Altın Prag TV Filmleri Festivali’nde Jüri Özel Ödülü gibi çok sayıda ödüle layık görülmüştür.
Yazar, Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde yazı yazmaya devam ediyor.










Türkiye’de giderek artan şiddet eğilimini neye bağlıyorsunuz?

Aslında bu gidişat sadece Türk toplumunda bulunan bir gidişat değildir. Tüm dünyada, 19. yüzyılın başlangıcından günümüze kadar artan bir ivmeyle şiddet olaylarının gelişmekte olduğunu görüyoruz. O kadar ki dünyada 20. yüzyılda şiddete dayalı devletlerin kurulduğuna şahit oluyoruz. Daha önce bu anlamda, yani terör, şiddet temeline dayalı devletlerin kurulduğuna şahit olmadık, savaş ayrı. Savaş nizami bir şeydir. İlan edilir, bir usulü, yolu, yöntemi vardır. Her iki taraf birbirleriyle savaşacağını bilir, neticede kim galip gelirse, onun dediği yürürlüğe girer. Amiyane tabir kullanırsak, onun borusu öter. Hâlbuki terör öyle değil, masum insanlara karşı da uygulanan bir şiddet yöntemidir. Masum, çünkü pusu kurularak tuzağa düşürülüyor insanlar. Terör, isterse silahsız sivil olsun, isterse silahlı asker olsun şahız tuzağa düşürülmek, pusu kurulmak suretiyle uygulanan bir şiddet yöntemidir. Dolayısıyla burada denklik söz konusu değildir. Bir taraf tümüyle savunmasız bırakılıyor, karşı taraf hazırlıklı, birilerini öldüreceğini, yaralayacağını, binalara, yollara, köprülere hasar vereceğini biliyor. Karşı taraf böyle bir muameleye maruz kalacağından habersiz… Terör olayı böyle bir şey…

20. yüzyılda şiddete dayalı terör devleti kuruldu, dediniz, bu kurulan terör devleti hangisi?

İsrail’in kurulması, 20. yüzyılda bir terör olayıyla gerçekleşti. İlkin terör olayları gerçekleştirildi. Arkasından belli bir süreç devam etti ve sürecin devamında bu devlet kuruldu. Şimdi bu devlete karşı da muhalif terör örgütleri ortaya çıktı. İsrail, ne ektiyse onu biçiyor. Rüzgâr esen fırtına biçer.  Yanlışı yanlışla düzeltmeye kalktılar ama bu yanlışların içinde şöyle bir şey var, bu yanlışlık Filistinlilere öğretilmiş bir şey. Onlar teröre maruz bırakılmak suretiyle evlerinden edildi, toprakları alındı. Bu defa onlar da öğrendikleri bu terör işlemini İsrail’e karşı uygulamaya başladılar. Halen o süreç devam ediyor. Bu orda kalmadı tabi. Bu örneği gören dünyadaki bütün insanlar kendi muhaliflerine karşı şiddetle terör yöntemini uygulamaya başladılar. Güney Amerika’da, Avrupa’nın muhtelif yerlerinde, İspanya’da, Fransa’da İtalya’da, Brezilya’da, Birleşik Kraliyetlerde ve dünyanın her yerinde terör olayları yöntemleri uygulanmaya başladı.

Bu örnekten Türkiye nasıl etkilendi?

Türkiye, bunun acısını yıllardır çekiyor. İşte en son PKK olayı, 25-26 senelik bir mazisi var ama terör olayı onunla başlamıyor. Öncesine gittiğimizde, 70’li yıllarda, daha öncesine gittiğimizde 1960 darbesi (27 Mayıs)… Bütün bu darbeleri de ben terör olayı kapsamı içerisinde değerlendiriyorum. Daha da öncesine gittiğimizde, Cumhuriyet döneminde adalet mekanizması kullanılmak suretiyle terör olayı yaşatıldı. İstiklal Mahkemeleri, bu terör olaylarının adli mekanizması kullanılmak suretiyle icra edilmiş bir şekli. Daha sonra 1982 Anayasasından sonra Devlet Güvenlik Mahkemeleri gene adli mekanizma kullanılmak suretiyle terör yaptı. Bütün bunlar tabi içinde yaşanıldığı dönemde çok fazla fark edilmeyebilir. Ama bu gün biz İstiklal Mahkemeleri’nin çalıştığı dönemden 60-70 yıl uzakta bulunuyoruz. Bir 80 yıl kadar geriden bakmak suretiyle görüyoruz. Bunun nasıl bir olay olduğunu, DGM’ler ortadan kalktıktan sonra, o mahkemelerin yaptığı işlemlerin teröre dönük olaylar olduğunu ancak şimdi net olarak görebiliyoruz. Güya teröristleri muhakeme etmek üzere kurulmuş mahkemeler ama neticede kendisinin de bir terör organı olarak çalıştığı, kendisinden uzaklaşıldıkça, aradan zaman geçtikçe daha açık ve berrak bir şekilde görülüyor. Yani bütün dünyada oluyor bu tür işler. Sadece Türkiye’ye mahsus değil ama her yerde oluyor olması bunu mazur görmemizi sağlamaz, tam tersine bu yayılan şiddet olaylarının önüne nasıl geçilebilir, hangi ortak bazda buluşulmak suretiyle insanların daha rahat yaşayabileceği bir ortam sağlanır? Bu sorulara cevap aranmalı. Ne zaman bir canlı bomba gelip de bizim masamızda kendini patlatacak, bundan emin değiliz. Her an her şey olabilir. 1949 yılında ABD’de Nobel Ödülü bir edebiyatçı törende ‘bugün insanlar, ikinci dünya harbi sonrası, ne zaman bir bomba ile havaya uçurulacağım endişesiyle yaşıyor’ diyor. Bu endişe halen devam ediyor. Bu endişe hiç eksilmeden herkes tarafından yaşanıyor. Böyle bir ortamda yaşamak bütün insanlara sıkıntı verir. Biz bunu her an her saniye elbette bu endişeyle yaşamıyoruz ama o endişe bizim bilinçaltımızda bir yerlerde duruyor ve bizi rahatsız ediyor. Dolayısıyla sulh ortamının oluşturulması lazım…

Bütün dünyada bir ‘sulh ortamı’ oluşturulabilir mi, nasıl?

Bu ‘sen de benim gibi ol’ demekle olmaz. ‘Senin dinin sana benim dinim bana’ demek, farklılıkları kabullenmek lazım. Her ayetin envai çeşit yorumları var ancak herkes birbirini olduğu gibi kabul etmek suretiyle yola çıkarsa bir yere ulaşılır. Ama Türkiye üzerinden baktığımızda burada uzun yıllar insanlar birbirini kabul etmediler. Birbirinin neliğini, ne olduğunu, etnik aidiyetini kabul etmediler. Konuştukları dilleri kabul etmediler, yok saydılar. Kürt realitesi ret edildi. ‘Böyle bir insan ırkı yoktur’ denildi. ‘Yoktur’ demekle onu yok edemezsin, o orada duruyor, o dil konuşuluyor. Sen bunu eğitim dili olarak kabul etmesen de, sen onu televizyonda kullandırmazsan da, resmi kurumlarda konuşulmasını engellesen de o dil orada duruyor, o dil konuşuluyor. Öyleyse şimdi bu konuda yapılacak şeyin bugüne kadar yapılan şeyler olmadığı ortaya çıkıyor. Şimdiye kadar yapılan şey; sen de benim konuştuğum dili konuşacaksın, sen de benim ırkımdan olacaksın.’ Bu insanların elinde olan bir şey değil, bizim iznimiz alınarak Türk, Kürt, Çerkez olarak dünyaya gönderilmedik. Kendimizi Türk, Slav, Fransız ırkından bir insan olarak gördük ve öyle kabullenildik. O kültürün kodlarıyla bu dünyada bir yer aldık. Dolayısıyla başka insanların kültürel kimliğini, antropolojik kimliğini olduğu gibi kabul etmemiz gerekiyor. Onu asimile etmeye kalkıştığında, kendi içinde eritmeye kalkıştığında, benim gibi ol, zorlamasıyla hatta zorbalığıyla muamele ettiğinde bunun bir çıkar yol olmadığını, Türkiye’nin 1923’ten gelen serüveninden öğrendik. Bu tecrübenin insanımıza yetmiş olması lazım.


Biz yıllarca birlikte sorunsuzca yaşamışız. Peki ne oldu da insanımız böyle bir anlayış ile tanıştı?

Batı kültürünün empoze ettiği hayat tarzında aramamız lazım. Batı insanının kültürel köklerinde, son 2000 yılı gözden geçirildiğinde, Hıristiyan batı alemi, miladi 300 yıla gelinceye kadar kendi dilini gizlemek mecburiyetinde yaşadı. Kapadoklarda, katakontlarda (*) yaşadı. 300 yıl buralarda yaşadılar. Ama katakontlardan ortaya çıktıklarında bu insanlar, Hıristiyanlık bir süre sonra başat hale geldi. Bu dönemde Hıristiyanlığın kabul edilmesiyle kendilerini güçlü hissettikleri andan itibaren dünyaya bu defa intikamcı gözlerle bakmaya başladılar. O intikamcı telakkinin arkasında da şu vaka yatıyor: Hıristiyan itikadına göre Hazreti İsa idam edilerek katledildi. Bunu idam edenler, Yahudiler olarak görüyorlardı. Yahudi ve Yahudi’nin şahsında dünyaya bir intikam alma salvosuyla bakmaya başladılar. Böylelikle onlar için başkalarını öldürmek meşru hale geldi. Batı insanı, Hıristiyanların dışındaki insanları, Yahudileri, Müslümanları öldürmekte hiçbir beis görmedi. Bugünkü batı kültürünün genlerinde bu intikam hevesi de var. Halen devam ediyor, böylece devam edecektir de… Bu milletin bu genlerden kurtulması mümkün değildir. Ne kadar evcilleşmiş, ehlileşmiş olursa olsun, onun bilinçaltındaki temel motivasyonda bu genetik intikam çizgisi daima mevcuttur. Yüzyıllar boyunca süren Haçlı Seferler’ine bakın. Öldürme, yağma üzerine gerçekleştirilmiş seferler bunlar. 600 bin nizami olmayan çapulcu asker… Askerden kaçmış, sefalet ortamında yaşayan insanlar, kendilerine böyle mukaddes bir hedef gösterilince, burada bir ganimet görüyor ve yaptığı işi de meşru görüyor ki en kötüsü de budur. Böylece Haçlı Seferleri kuzeyden güneyden devam etti. Bunun izleri silinir mi? İzleri bu topraklarda ve gittikleri her yerde hala kanayan bir yara gibi duruyor. Her şeye rağmen insanlık artık bunları terk etmek zorunda…

Batı insanı bu kadar şiddete yönelikti de kendi insanımız neden onun kültürünü almaktan geri durmadı?

Batı kültürü aslında çok benimsenecek bir şey olmamasına rağmen, 19 yüzyılın neredeyse başlarından itibaren İslam Alemi de (Osmanlı Devleti) kendi mağlubiyetinin sebeplerini araştırırken, batı alemiyle karşı karşıya gelir. Batı aleminin nasıl olur da artık Osmanlı Ordusunu mağlup ettiği gerçeğini araştırırken, batının, Avrupa’nın nizami ordusunu gördü, kendisinin gayri nizami olduğu neticesine vardı. Kendi teknoloji eksiğini gördü. Bu sefer batıyı taklit etmeye başladı. Mehmet Akif Ersoy’un dediği gibi, ilmini alalım, ahlakını kendilerine bırakalım yanlışlığı benimsendi. Bu yanlıştır, çünkü batının ilmi batının ahlakından mücerret olarak ortaya çıkmış bir ilim değildir. Sen onun ilmini almaya teşebbüs ettiğinde, o ilim kendi ahlakıyla beraber gelir. Nitekim kendimizi iyileştirmeye çalışırken batıda iyi gördüğümüz yanları almaya gayret ettik fakat o orda durduğu gibi duruyor. İyisini alalım kötüsünü kalsın, çabası boş bir çabaydı. Bu akıntıya kulaç atmak gibidir. Biz kendimizi batı alternatifine göre yeniden tertip etmeye kalktık, yanlışlık burada ortaya çıktı. Kendimize sahip olmanın yollarını aramadık. Batıya karşı gene batıdan örnekler almak suretiyle ona alternatif olmaya kalkıştık. Bu da bir yanlışlıktı. Niyetin ne olursa olsun. Toplumumuzun bu hale gelmesinin ana kaynağı bunlardır.


 (*) Yeraltına gizlenmiş küçük yaşam yerleri.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.