Yıllar Sonra Açıklanan Anlatımlar

Ahmet Güldağ
Son yıllarda bilhassa Kurtuluş (İstiklâl) savaşımızda geçen olayların oluşumu bizlere gerek resmî gerekse özel tarihler içinde ki yıllar öncesi anlatımlarında yanlışlıklar olduğu ispat edilmekte…
Hangisi doğru – yanlış belge olmazsa karar verilemiyor ama bir belge ortaya çıkınca da insan hayretler içinde kalıyor.
Nitekim son Osmanlı padişahı Vahdettin üzerinde onun bir vatan haini olduğu, Sevr muahedesini imzalamakla vatanı bölerek sattığı ve sonunda da yurdunu terk ettiği üzerindeki yazılımları yıllarca öğrendik, okuduk ve duyduk.
İşin garibi bunları yıllarca vurgulayarak yeri geldikçe söyleyen Merhum başbakanlardan Ecevit son demlerinde…
“Vahdettin hain değildi” sözünü etmesi herkesi hayrette bırakmıştı.
Peki, neden öyle idi de yıllarca doğruyu söylemeyip vatan haini yaftasını yapıştırmaktan geri kalmamıştı?
Buradan da anlaşılıyor ki. Vahdettin döneminde bizlere karanlık kalan birçok oluşumlar olmuş ama bunlar gizlen(diril)miş olduğu muhakkak.
***
Biliyoruz M. Kemal Paşa “Nutuk”, Kazım Karabekir “İstiklal Harbimiz” kitabında kurtuluş başlangıcı, devam ve sonrasını yazarak da anlatmışlar.
Fevzi Çakmak Paşa ve diğerleri ise yakınlarına anlatmış. Onlarda yıllar sonra bazı yazarlara duyururunca yayınlanmış olmakta.
Buna rağmen, yine de pek çok olayın hakiki oluşumları sır saklamak yüzünden tarihimize geç(e)memiş. Sadece her anlatıcı veya yazarın görüşü oluvermiş.
Bir husus daha var. Osmanlı hanedanı üzerinde söylenenler maalesef tek taraflı ve daima onlar kötülenmiştir.
Suçluyu, hâkim bile suçu sabit iken müdafaasını sormadan karar ver(e)mez. Öyle ise, bu olaylarda da suçlananların müdafaasını da bulup okuyabilsek, öğrensek ve bizler de bir karara varabilsek…
***
Değerli Tarih araştırmacı ve gazeteci Murat Bardakçı, Vahdetin’in 1925’de yazdığı ancak yayınına müsaade etmediği anlaşılan hatıratı ve belgeleri varislerinden bulmuş ve bunlarla ilgili bilgileri içeren “Şahbaba” kitabında yayınlamış.
Yayınlamış ama bizzat kendisi bu kitabından mevcut kalmadığı gibi eldeki belgeleri de Vahdetin’in varisleri isteğiyle paketlenip elli yıl sonra açılmak suretiyle resmi bir daireye verilmiş. Neden? Bilinmiyor.
Nitekim bu günler de Atatürk’ün elli yıl sonra açılsın dediği vasiyeti bile günü geçtiği halde aç(tır)ılmıyor.
Neden? Niçin açıklığa kavuşturmaktan çekiniyor veya kimlerden korkuyoruz ki?
Yazılacak sorulacak çok şey var ama onları sonraya bırakalım da…
Son Osmanlı Padişahı Vahdettin neler yazmış. Okuyalım.
***
“Memlekete paratoner oldum: ‘Karşınızda köklerinden koparılmış, bir girdapla sahile fırlatılıp atılmış bir kazazede var. Ben bu kargaşa içerisinde önümde daha ne kadar yol kaldığından habersizim ve bu işin neticesini de sadece Allah biliyor. ...Ne yapabiliriz ki? Kader, bu konuda düşündüğümden farklı bir yol çizdi. Ben, dindar bir insanım. ...Vazifemi çok karmaşık bir dönemde, bir insanın yapabileceği en iyi biçimde tamamladığıma bütün yüreğimle ve kat’iyetle inanıyorum.
İnsanın zaafları da söz konusu... “Beşer şaşar” ifadesinin doğru olduğunu çok iyi biliyorum ama, aşılması zaten imkansız olan savaş zamanının engellerini ve daha sonra mütareke ile ortaya çıkan güçlükleri yenemediysem de, memleketimin iyiliği için yapmam gereken her şeyi yaptığımı iddia ediyorum.
Mütareke yıllarında ortaya çıkan bütün facialara ve olaylara karşı gerçi kalkan olamadım ama paratoner vazifesi gördüm ve öyle zannediyorum ki, bütün musibetleri de üzerime çektim. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım. Ama gelin görün ki, bugün yaşayan kurban benim; daha doğrusu fedakârlığın kurbanı!”
Kaçmadım, hicret ettim: ‘Her tarafı istila eden inkılap ve ihtiras içerisinde bunaldım. Bana teklif edilen şekildeki hilafete ne karşı koyma, ne de baş eğme imkanı görmeyerek kamuoyunda sükûn ve durumda açıklık belirinceye kadar tehlikeli bölgeden geçici olarak ayrılmaya karar verdim. Gitmekle, vekili olduğum şanı yüce peygamberin yaptığını yaptım, kaçmadım, hicret ettim.”
İhanet etmedim: ‘Talih ve kader bizi vatanımızdan ayırdı ve nihayet gurbetlere attı. Allah’ın takdiri ve kısmetimiz böyleymiş. ...Gerçi malûm sebepler yüzünden dinime, vatanıma ve milletime arzu ettiğim kadar hizmete vakit ve imkan bulamadım ise de, asla ihanet etmedim. Şimdi burada zelil ve sefil bir halde kalmaktansa, Anadolu’da at sırtında olmalıydık. Ecdadımın sarıkları, aynı zamanda kefenleriydi. ...Anadolu’ya gidip ordunun başına geçmem konusunu dünürüm Sadrazam Tevfik Paşa’ya açtığım zaman, büyük bir muhalefete uğradım. ‘Böyle bir avantüre giremezsiniz. Biz, Mustafa Kemal Paşa ile haberleştik. Zaferden sonra, size bağlılığını bildirecek. Onun istemediği, sadece Damad Ferid Paşa’dır. Galip gelirse zafer sizin, Allah göstermesin yenilirse de bu yenilgi onun hesabına olacaktır. Vaktiyle Enver ve Talat yenilmişlerdi ve onların hatalarını düzeltmek için galip devletlerle şimdi siz mücadele içerisindesiniz. Anadolu’ya gidip mağlup olursanız vaziyeti kim kurtarır?’ deyip Anadolu’ya gitmeme mâni oldu.”
Üç büyük hata yaptım: ‘Ben de insanım, hata etmediğim iddiasında bulunamam ve başlıca üç hatamı itiraf ederim: Birincisi, rahmetli biraderim Sultan Reşad’dan sonra saltanat makamını kabul etmem. İkincisi, mütareke hükümetlerine, başta Ferid Paşa olmak üzere Tevfik, İzzet, Ali Rıza ve Salih Paşalar gibi milletin ve devletin kalburüstü isimlerine talihimi bağlayarak aldanmam. Üçüncüsü; devleti kuran ve halis muhlis Türk olan Osmanoğulları’nın memleketten sürgün edilip Hiláfetin ortadan kaldırılacağına asla inanmak istememem. ...Böyle bir tecrübeden sonra insanın vicdanının nasıl temizlendiğini, inancının ve tevekkülünün yeniden nasıl doğduğunu bilemezsiniz.”
Paşa’yı ben gönderdim: ‘Bugün içinde bulunduğum ve hak etmediğim düşmanlıktan rahatlık ve mutluluk duyuyorum. ...Bu, bana huzur da getiriyor. Eğer yaşarsam ve mücadeleden muzaffer çıkarsam, ‘bir kötülüğe batıp çıkmıştım’ diye teselli bulacağım. Düşmanlığa karşı mücadelenin yoğun, acı verici ama dayanılmaz olmadığına inandığım için kendimi feda ederek çok sevdiğim memleketimi kurtarmış olmaktan mutluluk duyacağım.
Memleket sevgim bana, İstanbul düşman süngüleri altındayken Mustafa Kemal Paşa’yı Yunanlıların üzerine göndermek gibi ağır bir kararı aldırarak ilâhî bir mutluluğun da zevkini tattırdı.”
Sevr’i imzalamayacaktım: ‘O Sevr Antlaşması ki, elime ilk aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim. ...Sevr bana göre ne bir antlaşmaydı ne de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı ta kendisiydi.
Bana gelince; mecburi ve geçici imza taktiğiyle biraz zaman kazanmaya çalıştım. Saltanat Şûrası’nı da zaten her türlü mes’uliyeti üzerime alarak galipleri ve zaferlerinden sonra Türkiye’ye karşı aşırı düşmanca bir tavır içine giren bu memleketlerin kamuoyunu biraz sakinleştirmek için teşkil etmiştim. Gelişmeleri bu şekilde beklerken biraz zaman kazanmaya çalıştım, zira olayların gidişatını normale sadece zaman çevirebilirdi.
...Eğer işler kötü gider ve bu oyalamakta muvaffak olamazsam, antlaşmayı imzalamaktansa tahttan feragat etmeye kararlıydım.”
Hazineyi almadım: ‘İstanbul’u terk ederken Osmanoğulları’na ait bulunan ve benim için çok büyük kıymet taşıyan eşyaları yanıma almayı düşünmedim. Bu sebeple, yabancı bir memlekette şimdi beş parasız, yüzüstü ve ızdırap içinde kaldık.”
Evet, Sultan Vahdettin’in cevabı da böyle
***
Sağlık ve esenlik içinde yaşam dileğimle…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.