“Türk genci nurlanmak istiyor mu?”

Hüzeyme Yeşim Koçak

Dr. Abdullah Cevdet (1868-1932), tartışmalı söylemlere sahip bir fikir adamı. 26 Temmuz İçtihad evi’nde yazdığı bir yazı, dönemle ilgili sorunları içerdiği gibi, günümüzdeki artış gösteren, paralel dertlere de ışık tutuyor.

“Peyami Safa Bey oğlumuza” diye başlayan mektubunda tenkit ettiği hususlar, halen devam eden, çoğumuzun da katılacağı, hemfikir olduğu noktalar sanıyorum.

Savaştan yeni çıkan Türkiye’de, en idealist olması gereken gençlik kesiminde bile sıkıntılar baş göstermiştir. Menemen hadisesi gerçekleşmiştir. Reisicumhur, Aydın’a gider. “Efendiler. Tabiî civarınızdaki köyleri ziyaret etmiş, hâllerini, ihtiyaçlarını, dertlerini öğrenmişsinizdir. Bana anlatın ben de öğreneyim, istifade edeyim’ der. Kimsede ses yok(tur). Gazi tekrar sorar: ‘Buraya en yakın köyün mesafesi ne kadardır? Cevap yok. İçlerinden biri: ‘Efendim, yirmi dakika’ diye cevaplar.(..) “Köyler ne haldedir. Beni bunlar hakkında aydınlatın’ diye tekrar sorulduğunda; nihayet ‘Efendim, köylere gitmek için araba, otomobil tahsisatımız yok’ denilir. Gazi Paşa: ‘İsyancıların köy köy dolaşmak için tahsisatları var mıydı?’ diye karşılık verir.”

 Abdullah Cevdet’in, “Türk gençleri yirmi dakikalık mesafedeki velinimet köyleri ve köylüleri ziyaret etmek için arabaya ve tahsisata ihtiyaç gösterecek kadar ‘efemine’, idealsiz ve mecalsiz midir? (…) Yirmi dakikalık bir köye gitmek için araba ve otomobil tahsisatı isteyen Türk gençliği henüz doğmamış veyahut çoktan ihtiyar olmuş değil midir?” tespiti;

Onun “Türk genci nurlanmak istiyor mu? Nurlandırmak aşkı duyuyor mu” sorgusu, kanaatimce bugün daha ziyade geçerli olan ve maalesef ciddiyetini koruyan, her zihniyetten insanın birleşebileceği bir meseledir. Tabii, nurlanmanın çeşidi ve cinsi tartışılır.

 Mesela Abdullah Cevdet, cenaze namazı bile kılınmak istemeyen; Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay’ın ifadesiyle “Yazar Peyami Safa’nın ileri atılıp, kalabalığa hitaben kısa bir konuşma yapıp, birkaç kişi toplayarak cenaze namazını kıldırdığı, materyalist ve ateist zihniyette bir insandı.” (Süleyman Hayri Bolay, Türk Düşüncesinde Gezintiler, Nobel Yayınları, 2007)

            Ama Dr. Cevdet’in “Yarım milyon nüfuslu koca İstanbul’da Türk gençliğinin kaç kulübü, kaç mütalâa salonu, kaç kütüphanesi var?” incitici sorusuna, bugün ne cevap verebiliriz? Ki Peyami Safa’ya dahi bu konuda çıkışır, zira gönderdiği İctihat mecmuasını okumamaktadır:

“Fakat bütün gençlik gibi sen de okumuyorsun. Yahut saçları ağarmışların yazılarını okumaya gururunuz mani oluyor. Aziz ve merhum dostum baban İsmail Safa, sana zengin bir muhayyile bırakmıştır. Fakat istediğim kadar irade tevettürü verememiş.”

            Yazısında yine önemli bir noktaya temas eder. Bir Türk subayının, hatırasını anlatır:

 “Vaktiyle bir erkân-ı harp mirlivamız(tuğgeneral), Bulgar çetelerini takip etmektedir. Bulgar çetesinin, bir Bulgar köy hocasının evinde saklandığını öğrenir. Köy hocasının evine gider. Girdiği salonun her tarafı, Almanca, yüksek mevzulu kitaplarla dolu bir kütüphanedir. Ev sahibi olarak, karşısına yirmi yedi yaşında bir Bulgar delikanlı çıkar. Subayımızla Almanca konuşur. Heidelberg Darülfünundan felsefe doktoru olarak çıkmış olduğunu ve Bulgar gençleri için en yüksek gayenin ikmal-i tahsil eder etmez, bir Bulgar köyünde köy hocası olmak, Bulgar köylülerini aydınlatmak olduğunu söylediğini” belirtir.(…)

“Türk gencinin yüreği Türk köylüsünün yüreği, Türk köylüsünün derdi için sızlıyor mu? Bugün her yirmi haneli bir Bulgar köyünün mutlaka küçük bir hastanesi ve mutlaka  ‘praticien’ yani her hastalığa bakar bir doktoru vardır. Daha bundan iki buçuk, üç sene evvel Değirmendere’de bir kudurmuş boğa bir köylü Türk’ün karnını bir boynuz darbesiyle delmiş ve barsaklarını dışarıya dökmüştü. Bu bedbaht köylü, barsakları kucağında, İzmit’e kadar götürülmeye mecburiyet hâsıl olmuş ve mahallinde en iptidaî sıhhî temizlik yapacak kimse bulunmaması yüzünden, zavallı vatandaş yolda ölmüştü.”

Şimdi tıbben ilerlesek de daha beteri, göz göre göre, hastaneye yetiştirilmeyip, gene bir cahillik eseri(diplomalı ve kasti); iki kere cinayete kurban giden, üniversiteli genç şehitlerimiz var. Hangisi daha vahim?

Yazısında aydın kesimi şu şekilde tanımlar ve zamanımıza kadar gelen ve ilerleyen bir problemi şöyle gösterir Abdullah Cevdet:

“Biz okumuş yazmış kimseler bir yüksek dal, bir çiçek, yaprak ve meyve olabiliriz, fakat bizim köklerimiz köylülerdir. Bizim kökümüz halktır. Kötü, gıdasız ve hasta olan bir ağaç, nasıl gururlanabilir? Vaktiyle yazdım ve söyledim. Sofya’da bir değil, on veremle mücadele cemiyeti var. Bulgaristan da veremle mücadele mevzuunda tam on beş mecmua çıkıyor. Bunları Bulgar gençliği yapıyor ve yaşatıyor. Bizim gençlik yalnız Galatasaray ve Fenerbahçe münasebetiyle ortaya çıkıyorlar. Günlük gazetelerin ilk sahifesini bu oyunların işgal etmesine hayret ve hiddet etmemek, peygamber sabrına malik olmakla mümkündür. Spor olmasın demeyeceğim, fakat birinci sayfada verici safta olacak şeyler pek çoktur.”

 Bugün futbol bile artık ne yazık ki birleştirici buluşturucu değil. Tuttuğu takımın menfaati için, yabancıların galip gelmesini isteyenlerin varlığına, zengin stadyum tapınaklarına şahidiz.

Ayrıca çileli, sabır sebat gerektiren işler, mesela bilim adamı/kadını olmak, kimse için cazip değil. İlim, bırakalım Çin’i hiçbir yerde aranmıyor, gidilip alınmıyor.

Abdullah Cevdet, başka bir cihetten de dertlidir; İctihad mecmuasının varlığını, gerekliliğini savunur:

“…bir şair ‘Serpuşlar değişti fakat ser değişmedi’ mısraını söylemişti. Başımızda şapka, heykellerin başına takılan şapkalar gibi kaldıktan sonra ne işe yarar?(…) İstanbul’da günde iki yüz kilo dudak boyası sarf olunuyormuş. Bu kadınlık haysiyetinin protesto edeceği bir şey değil midir? Beyaz sakalını sarıya ve siyaha boyayan göz aldatıcı, sahte simalı bazı erkeklerin derekesine düşmek değil midir? Analık ve ev hanımlığı makamı hor görülüyor. Babalık ve ev efendiliği cazip görülmüyor. Böyle devirde ve böyle bir diyarda halis ve tam bir vatandaşın vazifesi nasıl bitmiş sayılabilir? Burada bin değil, bin İctihad’ın mevcudiyet hakkı vardır” (Güzel Yazılar, Mektuplar 6, Türk Dil Kurumu Yayınları, 2014)

Problemler, katlanarak, ağırlaşarak sürüyor. İçsel olarak, toplum olarak kararıyoruz.

Ve günün sorusu, sadece gençlik değil bizler “nurlanmak istiyor muyuz?”

Hemen atılıp, “Evet!” demeyelim lütfen. Biraz duralım; samimiyetle kendimize ve çevremize bir bakalım.

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.