Merhum Mitat Enç’in Uzun Çarşının Uluları eserinde, “Bir Malul ve Bir Gazi” isimli hikâyesi, mühim bir konuya dikkat çeker.
Mahallenin çocuklarını en çok ilgilendiren şahsiyetlerden biri Şükrü Çavuş, diğeri ise topal Ahmet’tir. Çocukların asıl alâkasını uyandıran, Şükrü Çavuş’un ballandırarak anlattığı Çanakkale serüvenleridir. Mesela Şükrü Çavuş “Habire süngü hücumlarına kalkar, her seferinde en az bir taburu önüne katıp ya delik deşik eder, ya da tümünü denize döküp boğardı.”
Fakat bu olağanüstü kahramanlık hikâyelerini dinlemenin de elbette bir bedeli vardı.
“Ona hikâyelerini tamamlatabilmek için evden yiyecek, giyecek ve yakacak aşırmakta hepimiz epeyce tecrübe kazandık” der öykü anlatıcısı çocuk.
“Hatta “Dedenin cebinden kesesini çek getir” dese bile onu yapardık”
“Bize işletemediği tek suç, dedeme baskı yapıp dükkânda kira vermeden oturmasını sağlamaktı, dedemin onun adını her duyuşunda cini tepesine fırlardı. ‘Ben size o utanmaz adamın herifin yanına gitmeyin diye kaç kez tembihledim’ diye ikaz eder, Çavuşu mahalleden de dükkândan da kovacağını bildirse de bu işi başaramazdı.
“Bu da onun hayalimizdeki yiğitlik tablosunu bütün bütün renklendirirdi. Öyle ya İngiliz dretnotunun brüt ambarından içeri bombayı sokup kent büyüklüğündeki gâvur gemisini, içindeki beş bin kişiyle birlikte havaya uçuran çavuşla dedem nasıl baş edebilirdi. Alamanın Liman paşası bile göğsünü elmaslı altın nişanlarla donatmamış mıydı? Nedense bu nişanları bize hiç göstermez, ‘Sandıktan hiç çıkmaz onlar, günah’ derdi. ‘Ya topal Ahmet’inki göğsünde sallanıp duruyor.’ diyecek olsak karşılık hazırdı: ‘O dili dönmez sehlik herif nerden bilecek bunu. Hem onun nişanı essah değil”
Şükrü Çavuş, fazla kızdırmaya gelmez, kahramanlık destanlarının gerisini yoksa anlatmazdı.
Hikâyenin bir de topal Ahmet’i vardı.
“Topal Ahmet’le Çavuş’un en önemli ortak yanları ikisinin de Çanakkale savaşına katılışıydı. Yalnız bunu Ahmet’ten değil başkalarından duymuştuk. Bize hiç gerçek gibi de gelmemişti. Esasen Çavuş da bu kanıdaydı. Çünkü herifin ağzı konuşmazdı. Yüzünün sağ yanı iyice kapanmaz, habire omuzuna gözyaşı karışımı salya akar dururdu. Arada bir hatırlar, titrek eliyle koynundan renkli bir yağlık çekip akan salya ve göz kuyruğundan sızan yaşları kurulamaya çalışırdı. Ama söylenen her şeyi anlar, iri, kara gözlerinin içi güleç güleç yanar, kendisi de bir şeyler söylemeye uğraşırdı. Fakat denetleyemediği ağzından kesik ve garip hırıltılardan başka bir şey çıkmazdı. Sağ ayağı da dizden aşağı kesikti. Paçalı donun o yandaki malağı, tahta bacağının uç demirine güzelce bağlıydı. Üstündeki yırtmaçlı entarisi, sırtındaki yakası madalyalı sakosu her zaman bakımlıydı. Evli değildi. Yoksul bir akraba kadını ona bakıyor, hükûmetin bağladığı maaşla geçinip gidiyorlardı. Bayramlarda mahallenin hali vakti yerinde olanlarının fitre ve kurban payı gönderdikleri evlerin başında Ahmet’in ki gelirdi. Dedem herkese verdiklerine ek olarak yılda bir iki top alaca dokuma, bir çuval bulgurluk buğday eklemeyi de ihmal etmezdi. Herkesin ona karşı gösterdiği bu ilgi ve yardımseverlik Çavuş’u kudurturdu:
“Ulan herifin hastalıktan bir ayağı kesildi, dili tutuldu diye millet nereye koyacaklarını bilmiyor. Biz bunca gâvur öldürdük, al şunu da sen ye Çavuş diyen yok’ der ve durmadan bizi ona karşı kışkırtmaya uğraşırdı: ‘Yarın o topal deyyus yokuşun başındaki binektaşına oturunca koltuk değneğini kaçırın.’
Esasen bu şakayı biz de severdik.”
Sataşmalarını, alaylarını sürdüren çocukların davranışı, Hacı Arap ve esnaftan bazı kişileri sinirlendirirdi.
Hacı Arap’a göre, “asıl gazi, gerçek kahraman topal Ahmet’ ti. “Hele Bebirgeli keleş Hasan gelince onunla bir konuş da gerçeği belle. Keleş, Ahmet’in takımındaymış.”
Ahmet’e yöneltilen “Çanakkale’de savaştın mı?” sorusuna olan sessiz tavrı da, küçüklerdeki onun hakkındaki olumsuz izlenimi keskinleştirdi. İstanbul’a okumaya giden çocuk, “Şükrü Çavuş’a hayranlığını” sürdürürdü.
Nihayet ilk yaz tatilinde sılaya geldi ve Bebirge yolunu tuttu, Keleş’le görüşüp, kafasındaki kuşkuyu giderecekti.
Konuşurlarken Keleş’in İstanbul’da hastanede yattığını öğrendi. Çanakkale Savaşında bulunmuş ve dokuz ay hastanede kalmıştı.
“Yanında başka hemşeri var mıydı?” diye sordu.
“Başçavuşumuz senin mahalleden Kara Ahmet Çavuş’tu” karşılığını aldı.
“Şu bizim topal Ahmet mi?”
“He ya senin topal Ahmet! Topal bacağına, ağzından akan sele baktın da onu anasından beyle mi doğdu sandın. Alimallah hepimizin tepesinden bahardı. Gâvur mermilerinin dalını kolunu uçurduğu bağ kütüklerini şeyle iki eliyle bir tutar, ayrık sökercesine çekip alırdı. Mülazımdan emir gelince tabancayı çekip askeri urguna katıp siper eden çavuşlardan değildi o. Borazan ötünce ‘yerin uşaklar’ diye gürler, hepimizden önce siperden fırlardı. Hele o kavak boylu, ince uzun İngiliz gâvuru da karşı hücuma kalkarsa, işler daha da keyiflenirdi. Başçavuş Ahmet ‘Ulan bu döyyüsler etsiz yağsız. Üçü bir süngüye sığıy. ‘ diye mazahlanırdı. Yiğitlikte, mertlikte onun gibisini görmedim. Bir kez bölükten iki askerin elli adım ötede yaralanıp kıvrandıklarını görmüştü. Gâvur gemilerden, karadan habire ver gitsin ediydi. Tozu dumana katarak bizi geri siperlere sindirmişti. Ahmet Çavuş yaralıları fark edince, kavurga gibi her yanı tarayan mitralyöze bakmadan siperden fırladı. İkisini de koltuklayıp sipere getirdi. Sonra da emlik kuzu taşır gibi sıçan yollarından sıhhiyecilere götürdü.”
“Ya Şükrü çavuş, ayağı hastalıktan oldu. Harp bile görmedi o, diyor.”
“… Asıl harp yüzü görmeyen kendi köpek. Ağzına bakınca İngiliz’i denize döktü sanırsın. Yüreği varsa gelsin bana söylesin bu hikâyeleri. O burma bıyıklarını burun deliklerine sokarım alimallah.”
“Daha ötesini sormaya çekiniyordum. Çocukluk yıllarımın kahramanları kafamın içinde tepe aşağı yuvarlanıp yıkılıyordu. Çavuş kafamda iğnelenen bir balon gibi sönüvermiş, dik bıyıkları sanki baş aşağı gelivermişti. Ayağımın böyle gerçeklere erişmesi beni pek de mutlu kılmıyordu. Keleş’e sanki sevdiğim oyuncağı kıran bir düşman gözüyle bakıyordum. Şükrü çavuşun nice rüşvetler karşılığı kafamızda yarattığı yiğitlik putunun yerine topal Ahmet’i yerleştirmek nedense içimden gelmiyordu.”
Esasen yalanlarla yaşamak ne de olsa konforluydu. Fakat İstanbul’dan gelen çocuğun başka soruları vardı. Topal Ahmet’in dili de tutuktu, ağzından salyalar akıyordu. Keleş bunları şöyle cevapladı:
“O gün şafak sökerken gâvur tuttuğumuz tepeyi karadan, denizden dövmeye başlamıştı. Bizi dümdüz ettiğini sanınca süngüye kalkacağını bilirdik. Ahmet çavuş bize ‘İyi sinin uşaklar siperlerin dibine’ diye arada bir başını kaldırıp kenardan dışarı kaçamak bir göz atıyordu. İngiliz süngüsüne, siperde yatarken basılmak istemezdi. Bombardıman hafifleyince gene bir göz attı. Davranın uşaklar geliy herifler, diye haykırdı. Ortalık toz duman içindeydi. Dostu düşmandan ayırmak zordu. Bizden biri gidince ‘anam yandım’ sesi duyuluyordu. Onlardan birisi delinince ‘fanfin’ diye haykırıyordu. Mermiler seyrek de olsa yağıyor, bizi de onları da biçiyordu. Bir ara yakınımızda bir mermi patladı. Toz duman içinde Ahmet çavuş’un koca gövdesini yitirdim. Aman ne oldu bizim hemşeriye diye sağa sola debelendim. Sonra toplar durdu. Herkes siperlerine çekildi. Ahmet çavuş ortada yoktu. Aman mülazım bey izin verin de hemşerimi arayayım diye yalvardım. Aralarında konuşup bıraktılar beni. Mermi çukurlarının dibinde buldum onu. Her yanından kan akıyordu. Bir ayağı uçup gitmişti. O haliyle koltuğuna çaldığı erle çukurun dibinde yarı gömülü kalmıştı. Sırtıma vurup sürüne sürüne sipere getirdim onu. Sıhhiyecilere teslim ederken giden ayağından başka gövdesinde kim bilir kaç kurşun yarası ve süngü deliği vardı. Sonra İstanbul’da hastanede yüzüne inme inip dilinin tutulduğunu öğrendim. Gözümün yaşı durmadı o yiğidi o halde görünce...”(Mitat Enç, Uzun Çarşının Uluları, Ötüken Yayınları, 2022, s. 171-182)
***
Hikâyedeki olay Çanakkale Harbi, gazileri üzerinden gerçekleşiyordu. Oysa yapayları sahtesi belki günümüzde fazlasıyla arz-ı endam ediyor; yalancıların sesi ziyadesiyle çıkıyor, uyduruk tarihler yazılıyordu.
Tartışmalı şaibeli isimlerden Türk ordusuna katılmayı reddedip, Yunan saflarına geçen kahraman(!) Çerkez Ethem’i anma törenlerinin, hem de 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın ardından 31 Ağustos günü gerçekleşeceği haberi üzerine, bu anlamlı hüzünlü hikâye aklıma geldi.
30 Ağustos Zafer Bayramımızı kutluyor; bütün hakiki kahramanlarımıza, şehitlerimiz ve değerli yazarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânları Cennet olsun. Gafil, nadan bizleri de affetsinler, vakit geçmeden uyanırız inşallah diyorum.