Sekiz Asır Evveli İstanbulda İftar

Ahmet Güldağ
1949 yılında İstanbul’da ki yaşam günlerimde, Süleymaniye Kütüphanesi’nde rastlayıp fotokopinin adı bile mafiş olduğundan not ettiğim iki kısımlık bir yazıyı sizlere aktarmak isterim.
Eski yazı (Arap Harfleri) olarak basılan ve neşredilen yazının yazarı “Balıkhane Nazırı Ali Bey”.
1922 yılında yayınlanan Peyam-ı Sabah ve Alemdar gazetelerinde, “On üçüncü Asr-ı Hicri’de İstanbul hayatı” başlığı ile seri yazıları yayınlanmış.
Bu yazı dizisinin, birinci kısmı olan “İstanbul da İftar Sofraları”nı bugün diğer İftar yemeklerini de gelecek yazıda sunmak isterim.
***
Merhum Nazır Ali Bey, İftar özellikli yazılarında neler yazmış? Aynen okuyalım....
“Ramazan akşamları verilen İftar ziyafetlerinin, diğer zamanlar da verilen ziyafetlerden farkı, iftar kahvaltısı kısmı olup, halkımızın birbirlerini iftara davetlerinde yemeğin cinsine ve nefasetine dikkat edilmekle beraber, kahvaltı tepsisinin en küçük teferruatına kadar intizamına ayrı bir önem verilirdi.
Reçellerin çeşidi, peynir, havyar, zeytin, sucuk, pastırma gibi çerezler, ufak tabaklarla tepsiye yerleştirilip sinilerin ortasına konulurdu. Mevsimin çeşitli meyveleri ve salatalar da bunlara mahsus tabaklar içinde, tepsinin etrafına, muntazam şekilde konulurdu. Zemzem fincanları, Medine Hurması, Hardal tabakları konmak suretiyle, iftar sofrası tamamlanırdı.
Çekirdeğinin yemeklere düşmemesi maksadıyla, aslında sofranın süslenmesine yardımcı olmak için, limonların ortasından kesilip, tüller içinde ipek ve renkli kordelalarla bağlanarak ufak tabaklara konuldukları da görülmüştür. İçme suları, kapalı ve tabaklı Saksonya bardaklarla hizmetçilerin elinde tutulurdu.
Çatal, kaşık, bıçak gibi şeylerin Ramazan’da kullanılması uygun görülmediğinden, kullanmayı âdet edinmiş olanlar da, halkın ayıplamasına hedef olmamak için, bunların yerine mercan saplı, fildişi, sedef ve bağa’dan yapılmış yahut siyah ve beyaz cilalı tahta kaşıklar kullanılırdı.
Gerek bu kaşıklar, gerek has pide ve francala, çörek ve simitler sofranın kenarına dizilirdi.
Birde Ramazan başlangıcından sonuna kadar, halkımızda İşkembe çorbasına düşkünlük vardı.
Zengin ve fakir herkes, sofrasında İşkembe çorbası bulundurmak isterdi.
İftara beş on dakika kala, çorba tasını alıp işkembeci dükkânına giderler, hatta nöbete yatarlardı. Konaklardan uşaklar, ayvazlar, kapaklı çorba kâseleri getirip, kazanın etrafına dizerlerdi.
Yemeğin sonunda mutlaka hoşaf bulundurmak adet olup, Elmastraş kâseler içinde, dökme tepsilere konulup kenarlarına, içleri ufak kâse kadar çukur ve sapları Bağa veya fildişinden yapılmış kaşıklar konulmak suretiyle hazırlanırdı. Yaz mevsiminde kâselere buzda konulurdu.
Eskiden herkes, minderlerde halka olarak oturup yemek yediklerinden, sofralar alçak iskemleler üzerine sarı veya bakır siniler konulmak suretiyle hazırlanır ve peşkir denilen dokuma bezi, peçete yerine kullanılırdı. Hatta hizmetçilerin, ayaktan peşkirleri herkesin dizlerine rastlatmak şartı ile atmaları birer hüner sayılırdı.
Ezana birkaç dakika kala sofra başına gitmek, iftarın şartlarından idi. Misafirler sofranın etrafında otururlar. Ortada çıt yok. Herkes birbirine küsmüş gibi, yüzler somurtkan beklerler.
Susamlı simitlerin, bademli çöreklerin, kazan yağlarının mis gibi kokusu ve o muntazam iftar sofrasının seyrine doyulmazdı.
Bunların içinde, herkesin imrendiği olacağından, velev iki üç dakika da olsa, oruç haliyle sabır ve tahammül istenildiği için, sofradakilerin kimi saate bakar, kimi gözlerini kapatıp hayale dalardı...”
***
Nerede o güzelim mutlu günler. Geçmiş günler olur ki, hayali cihan eder...
***
Sağlık ve esenlik içinde sevdiklerinizle yaşam ve iftarlar dileğimle…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.