Hülya Abla... Davetine icabet edemedim bugün. 'Etmemek' değil de 'edememek' yükleminin, en çok kullanılması gereken bir şekilde, hem de. Evine, o güzel masana, leziz sofrana, tatlı diline, bilgece sözlerine; daha doğrusu sana, evet sana gelemedim. Evden hiç çıkmadım, ne diyorsun? Hem 'çıkmamak' hem de 'çıkamamak' yüklemlerinin bu kez her ikisini de kullanmanın, doğru ve yerinde sayılabileceği bir şekilde, onu da. Bunları anlatayım...
Kimse bilmez ama sen az çok sezersin ya hani, boş bir alanda yaşarım daha çok ben; duvarsız... Zira duvarlardır ki, boşlukları mekanlaştırırlar. Boş, başı boş ve alelade bir alanı, adıyla sanıyla belli ve belirli bir 'adres' haline getiren, sağı solu kapatıp çevreleyen, olunan yeri bulunulan yere dönüştüren, bana sorulacak olursa soyut varlığı ve anlamı, maddesel tarafından daha ağır basan unsurlardır. İşte onlarsız -duvarlarsız- yaşayan ve böylece havada kalıp duran, üşüyen, çırpınan, savaşan ve her nasılsa çoğu kez de kazanan varlığıma az defa ama her keresinde çok net görüşlerle tanık olmuşsundur sen. Biliyorum. İnsan, görüldüğünü fark eder çünkü. Beni 'gördüğünü' kaç kez fark ettim!
İşte... Gerçek bir duvar olmadığını, olmayacağını ve zaten olamayacağını bal gibi bile bile, kah elime geçiveren, kah iradî bir şekilde arayıp bulduğum derme çatma birkaç parça şeyi ve yükseltiyi, beni çevreleyip kuşatabilir diye varsaydığım eşyayı etrafıma yerleştirerek oluşturduğum bir odanın içindeydim, bir süredir. Duvarlarım vardı iyi kötü, şöyle böyle... Bir süredir, vardı... İçimdeki sesi; o, duvarların yakında yıkılacağına dair sürekli kulaklarımın içine fısıldayıp ikazlarda bulunan sesi duyuyor ancak bunun,
yalnızca bir kuruntudan ibaret olduğunu telkin ediyordum kendime. O sesin, sezgisel bir tür 'hissi kablel vuku' mu yoksa boş bir vehim mi olduğunu aslında etraflıca bir halde düşünüp anlamaya çalışmış ve nihayetinde ikinci ihtimale rağbet ve itibar etmiştim. O duvarların yakında yıkılacağı hissi falan, boş bir vehimdi ancak. Evet. Sahi, o ikisini birbirinden nasıl ayırt edebiliriz ki biz? O an içe doğanın, sonsuz bir kaynaktan çıkıp gelen, ilahî, doğru, güvenilir ve sezgisel bir bilgi mi yoksa mâlâyâni, desteksiz, güvenilmez ve boş bir kuruntu mu olduğunu, nasıl anlayabiliriz? Hep sorduğum ama hiç cevap bulamadığım suallerin başındadır hep bu. Neyse...
Ve işte... Bu kez birçok bakımdan bambaşka niteliklere sahip olan ve beni bu yönüyle tatlı bir telaşa ve heyecana sürükleyen, öyle ki, boşluktan alıp kotardığı payla, o alanı 'odalaştıran' duvarların, beni rüzgardan korumak şöyle dursun, daha kendine bile hayrı olmayan, güçsüz, ince ve zayıf somutlukları yıkılıverdi, geçenlerde. Tabi 'geçenlerde' dediysem... Bence henüz 'geçmeyen' ve böylece 'geçmiş olmayan' bir tür hastalığın üzerime hala yapışmış ve duran haliyle; öyle yenice ve yakın bir vakitte.
İşte bundan dolayı Hülya Abla, bundan dolayı gelemedim sana. Fakat merak etme, bilirsin çabucak iyileşirim genelde. Yalnızca benim gözlerime görünen bir atım vardır çünkü benim. O boş alandayken çok üşüdüğüm zamanlarda koşup yanımda beliriveren kanatlı bir atım...