Ekranda iki yaşlı çift. Mikrofona biri sekseniki diğeri yetmişsekiz yıllık hayatını özetliyor…
Uzunca yaşayanların tanımlamasına göre hayat bu özet kadar. Anlatıldığı süre kadar kısa… Çoğu kez bazı şeyleri anlamak için o şeyin üzerimize çökmesini bekliyoruz. Gençken yaşlanmayacağız sanki, sağlıklı iken hastalanmayacağız sanki, diri iken ölümü hayatın son durağında, bedeni ve nefsi duyarlılıklarımızı hiç es geçmeden bekler gibiyiz. O yaşlı çiftin tecrübeleri, hüzünleri, hayıflanmaları, keşkeleri uzak bize. Hakikatin, en hakikat olanın, mutlak hakikat olanın korkusuzluğuyla yürüyüp gidiyoruz. Bilincimiz bizi yaşanan tecrübelerle tokatlayana kadar, aklımız ermeyecek hakikate sanki.
Soruyor sunucu çok şey yaşayıp hiçbir şey yaşamadığını düşünen nineme; “Ne bekliyorsun hayattan bundan sonra?”
“İmanla ölmeyi beklerim, gayri başka şey istemem Allah’tan…”
Yankıyla tekrarlanıyor ses; imanla ölmeyi beklerim…
Sözün burasında Ozan Arif giriyor araya;
“Yalan dünya sana böyle
Kimler konup göçtü söyle
Ben de işte aynen öyle
Aha geldim gidiyorum…”
Ömrümüzün acıyla yoğrulması ya da mutlulukla devam etmesi arasında nasıl bir fark var acaba? Cevabı yine ekrandaki elleri nasırlı ninem verdi. Hayatını anlatırken sunucuyu gözyaşlarına hâkim edemeyen ninem. Dudaklarından dökülen her cümlenin yüreğindeki bir ızdırabı, çileyi, samimiyeti anlattığı ninem… Ömür dedi; ömür Nuh Peygamber'in dediği gibi işte; iki kapılı bir han. Kısacık ama; nasıl geçti bilemedik. Yanında seksenikilik dedem de onaylıyor başıyla.
Acı da olsa tatlı da olsa hızla geçiyor ömür. Sonsuzun yanında izi yok bu ömrün. Dokuz yüz elli yıl bile bitti, izi yok… Ömrün değil o zaman, o ömrün içinde bıraktığın bir anlam varsa onun izi kalıyor sadece. Gururlandığı çocukların, bindiği mercedesin, oturduğu villanın, zevklendiği yatın, dünyaya tepeden baktığı uçağın ahir ömrüne hiçbir anlamı yok.
Anlam; ne anladın, ne anlattın şu uzun zannettiğin kısacık hayatta?
Genç olsaydınız ne yapardınız diyor genç sunucu. Şu zamanda genç olsaydım okurdum diyor, çok okurdum. Okuyamamanın burukluğu hiç çıkmadı içimde. Şimdiki gençlerde imkân çok ama hayat yok! Akılları bir karış havada!
Tv kapandı. Soruların muhatabı ben, sen, o şimdi. Elli yıl sonra bugünkü hayatı bize sunsalardı ne yapardık, nasıl yaşamak isterdik? Sorular; genç olsaydınız şimdi ne yapmak isterdiniz? Hayatta yapmak isteyip te yapmadığınız neler kaldı?
Bir de ölüm dikilsin karşımıza, bize hayattaki mesuliyetimizin ne kadar ağır olduğunu ifade etsin; “Ölümden sonra karşılacağınız hali bilseydiniz asla isteyerek yiyemez, isteyerek içemez, dinleneceğiniz evlere giremezdiniz. Bağrınızı döverek dağlara kaçar ve kendinize ağlardınız.”
Ve ümide kapılıp korkuyu unutanlara; Ebuzer mezara seslendi; “Sana Peygamberin kızı Fatıma’yı getirdik. Mezarın cevabı Ebuzer’e, hayır Ebuzer’e değil bana sana ona; “Kabirler haseb ve neseb yeri değildir. Salih amel yeridir!”
Ve Yunus’dan ölüm özeti;
“Bindirirler cansız ata, indirirler zulmete;
Ne ana var, ne ata, örtüp pinhan ederler.
Ne kavim var, ne kardeş, ne eşin var, ne yoldaş,
Mezarına bir çift taş, diker nişan ederler.”
Ölüm aslında hayatı diri kılan güzel bir hakikat. Ama biz ölümü hep başkalarına gelen bir şey gibi yaşadığımızdan ölü gibi yaşıyoruz…
Düştü kalem… Sala sesi minareden. Biri göçtü dünyadan. Ölü müydü diri miydi?
Bilinmiyor.
Ömür reçetesi ölüsünde okundu. Faydalı oldu mu olmadı mı?
Bilinmiyor.
Ne Bekliyorsun Hayattan
.
İlk yorum yazan siz olun