Yazımıza yine ‘selam duâsı’yla başlamak isteriz.
‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
Efendim, geçen hafta bıraktığımız yerden aynı hususlara yâni mümin-münâfık konularına derinden derinden yine devam edeceğiz. Haydi başlayalım;
“Eğer bu isim cehennemden kopup gelmeseydi nasıl onda cehennem tadı olurdu?”
Münâfık, hakikaten bir cehennem terimidir. Bilindiği üzere münâfıklar cehennemin en alt tabakasındadır. (Nisa, 145) Cehennem acı, azap, gazap, elem, hüsran yeridir. Burada münâfıklar ıstırap ve öfkeleriyle birlikte yanarlar. Onlar dünyâdaki çirkin ve kirli emelleri yüzünden âhiretlerinde helâk olurlar. Şerefli Kur’an’da münafıklardan pek çok bahis vardır. Bilhassa Bakara sûresinde ve Münâfikun Sûrelerinde bu gürûhun âkibetleriyle ilgili bilgiler vardır. Meselâ, Medineli Abdullah bin Übeyy bin Selûl asrısaadet devrindeki en büyük münâfıktır. Ona tabii olanların içlerindeki imansızlıkları bilindiği halde, dış halleriyle Müslüman görünümünde olduklarından kendilerine bir şey yapılamıyordu. Ancak onlar ellerinden geldiğince İslâm’ı yıkmaya ve bozmaya çalışıyorlardı. Bir seferinde İbni Selûl, Uhud savaşında kendisine uyan tam 300 kişiyle savaştan kaçarak, İslam ordusunu zayıflatmıştı. Bunlarla ilgili âyetler geldi. (Bakara, 8-16) Cenâbı Hak, onların düşman olduğunu ve kendilerinden sakınılmasını söyler vahyinde. Allah Teâlâ Hazretleri onları hiçbir şekilde affetmeyeceğini asil kitâbında belirtir.
İşte bu sebeplerle münâfıklar, kendileri hakkında Hazreti Kur’an’da bahsedilenleri bildiklerinden, münâfık kelimesine sinirleniyorlar, hiddetleniyorlar kendilerini öfke ve kızgınlık basıyor. Yoksa neden böyle sinirlensinler, değil mi? Doğrusu bu ya, şimdi bile münafık bulunduğu yerin huzurunu kaçırır, hem kendi yanar hem çevresini ateşe sürükler.
“Münâfık isminin çirkinliği harflerinden dolayı değildir. Çünkü deniz suyunun acılığı koyulduğu bardaktan değildir.”
Cisimlerin içinde bulunduğu kapların güzelliği içindekini güzel yapmaz. Yâni kaplar içindeki su acı ise onu tatlı hâle getirmez. Deniz suyunu hangi kaba koyarsanız koyunuz o acıdır, kap onu tatlı yapmaz. İşte tıpkı bu misaldeki gibi davranışlarıyla çirkin fiilli insanlara güzel isimlerle sesleniş bu onları güzelleştirmez. Münâfığa mümin denemez. Buradaki mârifet suyun tatlı ahlâkın güzel olmasıdır. Nitekim Peygamber aleyhisalâtı vesselam; ‘Allah sizin dış görünüşünüze ve mallarınıza bakmaz. Ama O sizin kalplerinize ve işlerinize bakar.’ (Müslim, Birr 33) buyurur.
“Kelimeler kap, anlamlar kabın içindeki su gibidir. Suya benzer mânâların deryâya dönüşmüş olanı, Allâhu Teâlâ Hazretlerinin ind-i ilâhisindedir. O anlam deryâsı, ‘ümmül kitap’ ve ‘levh-i kaza’dır”
‘Buradaki ‘ümmül kitap’, Allah Teâlâ katındaki ‘kader kitabı’dır. Kur’ân-ı Kerim’de: ‘Her şeyin vakti ve süresi yazılıdır. Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır. Ana kitap onun yanındadır.’ (Ra’d, 39) buyuruluyor. Yukarıdaki âyetlerin ışığında kadere baktığımızda, ne vâki olacaksa her şeyin, Allâh’ın takdiri ile ezelde tespit edildiği ve ‘Levh-i Mahfuz’ denilen Allah katındaki ana kitapta yazılmış olduğu görülür. Hiçbir kayda bağlı olmayan Yüce Mevlâ’nın yazması ve silmesi şeklinde kaderi belirlediği de sezilir. Allah Rasûlü aleyhissalâtu vesselâm’ın; ‘Sadaka belâyı def eder, ömrü uzatır.’ (Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, III/63) Buyurmuştur. (Buradaki ömür uzaması şu şekildedir; Cenâbı Hak kişilerin ömrünü onun sadakayı câriye vereceğini bildiği için ömrünü o kadar takdir ve tâyin etmiştir. Yoksa ecel değişmez.)
Değişmez kader vardır. İnsanın anasını-babasını tâyin edemeyeceği gibi, balık gibi su altında yaşayamayacağı, kuş gibi uçamayacağı gibi… Bir de şarta bağlı haller vardır. Meselâ; ‘Bir kişi ki sağlık kurallarına riâyet eder. Şunları uygular, şunlardan kaçınırsa yetmiş, seksen, doksan, yüz gibi sene yaşayacaktır.’ Şeklinde bir ilâhî kader tespitleri olabilir Bu da şartlara bağlı, değişmez ecel süreleri şeklinde tecelli eder. Nitekim sadaka, ‘tezîdül ömr’ (ömrü uzatır) buyurduğuna göre, ömrün şartlara bağlı olarak uzayabileceği anlaşılır. Bu da illa kıstaslara ve şartlara bağlı olarak tahakkuk eden ecel-i müsemma olur. Burada ‘ömrün uzaması’ ibâresini ‘ömrün selâmet ve rahat içerinde geçmesi’ gibi tevillerle ifâde etmek isteyenler de olmuştur. Fakat ibâre sarihtir, anlaşılmaz yanı olmadığı gibi te’vile de hacet yoktur. Periyodik tespitlerle hükme bağlanan ecel de ne öne alınır ne tehire uğrar.
‘Allâh’ın yasasında değişme bulamazsın.’ (Fetih, 23) âyeti kerimesindeki ifâdeye göre hiçbir kayda bağlı olmayan Allah Teâla, ne yaparsa o sünnet olur, yasa olur. ‘O her an yaratma ânındadır.’ (Rahman, 29) Ve bütün mahlukat O’nu tesbih eder. O’na ibâdette bulunur. Kulları da Allâh’a niyaz içerisinde olurlar. ‘Dua edin, duânıza icâbet edeyim.’ (Mümin, 60) buyurulur. Yine Kur’ân-ı Kerim’de: ‘Duânız olmasa Rabbim size ne diye değer versin.’ (Furkan, 77) buyurulur.
Peygamber aleyhisselam; ‘Dua ibâdetin özüdür.’ (Tirmîzî, Devavât, 1) buyurur. Kullar dua ile Yaradan’larından bâzı şeyler dilerler. Şu hastalıktan beni kurtar, rızkımı bol et, beni kimseye muhtaç etme, hayırlı ve uzun ömürler nasip et… İstekleri ve niyazları olur kulların. Eğer her şey kalıplaşmış, statik bir halde hiç elastikiyeti kalmamış ise bu duâlar niçin yapılsın? Bir fark olmayacak, hiçbir şey değişmeyecekse yalvarmanın, istemenin mânâsı kalır mı? Allah Rasûlu aleyhisselam Mirâc gecesini anlatırken; ‘Öyle bir yere yükseltildim ki mukadderat kaleminin cızıltılarını duyuyordum.’ Buyurmakta. Mukadderat kalemi takdir ve kader kalemidir. Ezelde yazılmış, bitmiş bir şey yeniden mi yazılıyor? Yoksa Cenâbı-ı Hakk’ın ilk âyette zikrolunduğu gibi katında olan kader kitabında tespit ettiği şeyler yanında sildiği, imha ettiği şeyler var da, kabul olan dua ve niyazlarla Cenâb-ı Hakk lütfu keremiyle yeni ihsan ve ikramlarını mı yazıyor? Kader, ecel ve irâde gibi konular ilâhî bir sır perdesi altında bulanık bir keyfiyet arz eder. Örtüyü aralamaya çalışmak da doğru değildir.’ (Mesnevî-i Mânevî Şerhi-İlk 1001 Beyit, Hüseyin TOP, Konya, 2008, s.194-195 ve 196)
Efendim sizlere hayırlı Cumâlar diliyorum.