Küllerinden yeniden doğmak

Recep Çınar

Biz ne yazarsak yazalım hikaye...

Milletin yazdığı “destan”ın yanında, bizim yazdıklarımızın esamesi bile okunmaz...

Osmanlı'dan bu tarafa ne savaşlar gördü bu ülke...

Düştü...

Ama, ayağa kalkmasını da bildi...

Birinci Dünya Şavaşı'nda Osmanlı 2 milyon 900 bin vatan evladını silah altına aldı...

Bu savaş tam tamına 4 yıl sürdü...

Kafkas, Filistin-Suriye, Hicaz-Yemen, Çanakkale, Makedonya, Galiçya, Romanya cephelerinde  asterlerimiz göğüs gögüse çarpıştı...

Kafkaslarda Ruslarla savaştık, 90 bin askerimiz donarak öldü...

Bu cephelerde 400 bin askerimiz şehit oldu...

1 milyon 50 bin askerimiz ise yaralandı veya esir düştü...

Ama, bu ülke düşmedi...

Kurtuluş Savaşı...

Doğu'da Ermenilerle, Güney'de Fransızlarla...

Batı'da ise İnönü savaşları ve Sakarya savaşı...

Anlayacağınız ülkemiz bir savaştan, diğerine koşmuş...

Ve bu ülke ve bu millet  her savaştan sonra Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğdu...

Yani destan yazdı, yazmaya da devam ediyor...

xxx

Anka Kuşu'nun hikayesini bilir misiniz?

Diğer adı ile Zümrüd-ü Anka'nın...

Gözyaşları şifalı olan ve yanarak öldükten sonra kendi külleri ile yeniden doğan o bilge kuşun...

O kuşun hikayesi de, ülkemin hikayesi gibi...

Her savaştan sonra küllerinden yeniden doğan, yürüyen, koşan ülkem gibi...

ANKA KUŞU’NUN HİKAYESİ

Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg Anka, "Bilge Ağacı"nın dallarında yaşar ve her şeyi bilirmiş. Kuşlar Simurg’a inanır ve onun koşulları ne olursa olsun kendileri için bir kurtarıcı olduğunu düşünürmüş. Kuşlar dünyasında her şey ters gitmeye başlayınca onlar da Simurg’u beklemeye başlamışlar. Ne var ki, Simurg ortalarda görünmeyince kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umutlarını yitirmişler.

Derken bir gün uzak bir ülkede bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg'un ölmediğini anlayan tüm kuşlar toplanarak huzuruna çıkarak ondan yardım istemeye karar vermişler. Ancak Simurg’un yuvası, yedi dipsiz vadiyi aşılarak gidilebilen Kaf Dağı’nın tepesiymiş.
Kuşlar Kaf Dağı’na doğru uçmaya başlamış. Yorulan ve düşenler olmuş. Önce bülbül geri dönmüş, güle olan aşkını hatırlayıp; Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa ki tüyleri yüzünden kafese kapatılmış); Kartal yükseklerdeki krallığını bırakamamış; Baykuş yıkıntılarını özlemiş; Balıkçıl kuşu bataklığını.

Yedinci vadiye yaklaştıkça sayıları iyice azalmış. Bu yorucu yolculukta kuşların önemli bir bölümü umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı’na vardıklarında geriye sadece 30 kuş kalmış. Bakmışlar ki dağın zirvesinde kimse yok. Tam bir düş kırıklığı içerisine girmişlerken, işin sırrının sözcüklerde olduğunu anlamışlar. Farsça ‘si’ otuz, ‘murg’ kuş demekmiş.

Yani, 30 kuş.

Yani, Simurg aslında kendileriymiş.

Hepsi birer Simurg’muş.

Otuz kuş anlamışlar ki, aradıkları kurtarıcı kendilerinden başkası değildir ve gerçek yolculuk kendilerine yaptıkları yolculuktur.

“30 kuş”, anlarlar ki, aradıkları sultan, kendileridir. Ve bu “30 kuş” ANKA’yı beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürerek, kendi külleri üzerinden yeniden doğabilmek için, kendilerini yakmadıkça, her biri birer simurg olmayı göze almadıkça bataklıklarında da, tüneklerinde de ve kafeslerinde de yaşamaktan kurtulamayacaklarını anlamışlar.

xxx

Bu millet 15 Temmuz akşamı, yani o hain kalkışma gecesi, evde oturmak yerine, sokaklara çıkarak meydanlara dolarak, hem de tankın topun üzerine cesaret ve güvenle yürüyerek, küllerinden yeniden doğmanın ne manaya geldiğini gösterdi...

Bu millet “bir ve biz” olduğu müddetçe bu ülkeyi kimse yıkamaz.