Kırık rüyalar

Hüzeyme Yeşim Koçak

Endişe, korku ile yaşamasak, türlü vehimle içimizi dışımızı boyamasak; çürük çirkin ve mesnetsize malihulyaya yaslanmasak, yollarımızı karıştırmasak.
Kısacık bir sürede Allah’ı derinden böylesine yoğun sevdiğimizi hissederken, acı bir şekilde birden bunun aynı düzeyde kalmayacağını, yenilgiye mahkûmiyetimizi fark etmesek.
 Aslında hep gaflet içindeyiz ama…
Sevgi(li)lerimizin, “bize has, içsel, aidiyet” diye mâl ve iddia ettiğimiz varlıkların; pörsüyebileceği, irtifa kaybedip derecesinin düşeceği, eski şartları haiz olmayacağı, iddialar ve benlik davamızın sınacağını, zorlu imtihanlara tâbi tutulacağımızı, ben’lerin değişeceğini düşünmesek…
 Lezzetler uzasa, büyüse…
Tutarlı ülkülerimiz, dengeli inançlarımız olsa. Bir gün tam tersini savunmasak; ilgilerimizi dokunulmazlarımızı topa tutmasak; kaybedeceğimiz, çekip gideceğimiz kuşkusunu taşımasak. Güzellikler dâim  kâim kalsa.
Aynada enayi, korkak bir kahraman, her sabah bir yılgın, manevîyat kaçkını görmesek.
Bir gün de nefsimizden “Emin” olsak. Şeytan’ı zapturapt altına alsak.
“Bir şeyi” sevdiğimizde hiç değilse aynı dozda kalsa, mesafeler habire değişmese, dünya lekelerinden uzaklaşsa, safiyetini yitirmese. Alacalı değil, net pürüzsüz, billûr zeminlerde, gül bahçelerinde gelişse, üzerine karanlık gölgeler düşmese. Çökmese.
Mütemadiyen dönüşmesek, “bir gün nerde, hangi şartlar altında yaşayacağım, hangi maddî-manevî darbelere maruz kalacağım” korkusu taşımasak. Sonların, akıbetlerin baskısıyla ezilip durmasak.
Düşmesek, zikzak çizmesek, mesuliyetsiz sırf seyirci olmanın keyfini yaşasak..
Düşmanları, rakipleri durmaksızın değiştirip, çoğaltmasak, bölünmesek, ayrışmasak.
Fiillerimizle, içimiz dışımızla kesiksiz huzur, sonsuz bir mutluluk duysak.
Birileri hep lâtif şiirler söylese. Semavî zamanlardan bir ilâhi işitilse. Gök Kapılarından rahmet inse. G(azap) bitiverse. Sarılsak Ağlasak Sarılsak.
Ağrılarımızdan, devasa yüklerimizden, kirlerimizden, sevgi bombardımanı ile kurtulup, kuş gibi hafiflesek. Yıldızları saçımıza taksak; bulutları yastık eylesek.
Zahmetsiz emeksiz, has kullar, seçkin bendeler arasına; muhabbetli kanatların altına girsek.
Dünya Cennet olurdu tabii.
Fakat muhtemelen büyüsü, güzelliği de böyle olmasında yatmaktadır.
 Yaşamak dediğimiz çetin durum, çileli yolculuk da zaten budur.

MİRAÇ KANDİLİ
Özel aylar, günler içindeyiz. Miraç Kandilinizi tebrik ediyor ve sözü “Gerçek Ustalardan” birine bırakıyorum.
Sezai Karakoç’un Gök Yolculuğu yazısından bir bölüm:
“Mi’raç, müminlere örnek olması bakımından Peygamberimize lütfedilen fizikötesi bir manevî rütbe, nimet ve armağandır.(…)
Ağaç, yemişinden belli olmaz mı? Peygamber, Mi’raç yolculuğundan sonra bize namazı getirdi. Yemişi namaz olan bir miracı düşününüz. Onun nasıl gökleri tutan ulu bir tûba olduğunu anlarsınız. Peygamber, fiziğin perdelerini yırtmasaydı, her gün, beş defa, kendi çapımızda, vasıtasıyla miraca erdiğimiz namaza kavuşabilir miydik? Miraç, namaz çeliğini üreten fizikötesi bir yüksek fırındır. Elbet o hararette demir, bakır erir, su gibi akar. Fizik kanunlarının hükmü kalmaz.
Peygamberin Allah sevgisi, Tanrı’yı görme özlemi, mi’racın altın çekirdeği ve tohumuydu. O tohumdan, mucize doğdu. Namaz geldi. Bu yüzdendir ki, gönülleri coşkun mü’minler kendi gece yolculuklarından sonra, gök yolculuğuna çıkarlar.
Zaten, tarih ve zaman içinde, tüm müslümanlar, bir miraç yolcusu ve konuğu değil midirler? (Fizikötesi açısından ufuklar ve daha ötesi III, doğum ışığı, Diriliş Yayınları)
 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.