Bugün de yine yazımıza ‘Selam duâsı’yla başlayalım;
‘Aşk olsun. Aşkınız cemâl olsun. Cemâliniz nûr olsun. Nûrunuz ayn olsun.’
Sevgili okurlar, bugünkü beyitler şöyle;
“Hekîmî ilâhî şeker gibi tatlı Semerkand şehrinden soruncaya kadar, câriyenin nabzı kendi hâli üzere zararsız kaldı, değişmedi.”
Câriye bu hususta yine pek çok şey anlattı ama asıl söylemesi gerekeni hâlâ söylememişti. Hekîmî ilâhî gâyet akıllıca ve büyük bir ferâsetle câriyenin sevda acısını derinden hissediyor ve ona bâzı aşkı hatırlatıcı sözler söyleyerek yarasına dokunuyordu. Artık câriyenin susmaya mecâli kalmamıştı. Hal ve davranışları değişme başladı.
“Semerkand adı geçince câriyenin nabzı hızlandı. Yüzü değişti, kızardı, sarardı. Câriye, Semerkad’da bir kuyumcudan ayrı düşmüştü.”
Câriye, Semerkand, ismi geçince rengi değişti, beti-benzi soldu, yüreğinde kuyumcuya olan muhabbetinin ve ayrılığın acısını hissetti ve bunu istemese de hekîmî ilâhîye belli etti. Zira kalbi hızlıca çarpmaya ve nabzı atmaya başladı. Câriyenin hastalığı bir ‘sevdâ hastalığı’ idi. Sevdiğinden ayrı düşmek câriyeyi hastalığa düçâr kılmıştı. Bu hikâyenin mânevî tarafında, insanlar ruhların elest bezminde ebedi huzurlu iken, Hakk’ın huzûrundan ayrı düşerek dünya âlemine gelmesinden dolayı Rabb’ül Âlemîn’den ayrı düşmenin acısı ile insanın üzüntüye düştüğü benzetmesi vardır.
Aynı zamanda hikâyede câriye ve bağlandıkları; altın, kuyumcu gibi şeyler nefsin hevâ ve heveslerini, dünyâ hayâtının gösteriş ve âlâyişini temsil eder. Mürşidler müridlerinin bunlara aldanabileceğini bilerek ona göre temrinler geliştirirler.
“Bunun üzerine ay yüzlü câriye içinden bir ah çekti ve gözünden ırmak suyu gibi yaş boşaldı.”
“Hastanın sırrı bulununca; derdi, düştüğü bela ve hastalığın sebebi de bulunmuş oldu.”
Aşkıyla yanan ve onun ayrılığının hicrânıyla hastalanan âşığın, sevdiğinin ismi ve onun yaşadığı yerin adı geçince, birden sevinerek yüzünün rengi değişti, bedeni yandı, nabzının atışları hızlandı, heyecanlandı, gözlerinden yaşlar boşandı.
Burada mesele, hikâyedeki gizli aşkı anlamaktı. Hekîmî ilâhî, bu sırrı çözünce artık olayların akışı, konuyu hastalığın çâresine bakma işine getirdi.
“Kuyumcunun mahallesi hangi caddededir?, diye sordu. Câriye; Köprübaşında Ğanfer mahallesindedir, dedi.”
Mânâ hekîmî, meseleyi anlayınca artık daha ayrıntılı bilgiler sormaya başladı. Hikâyedeki kuyumcu serveti temsil eder. Nefsin en sevdiği şey de, mal-mülk, altın-gümüştür. Hekîmî ilâhî; ‘servetten en ziyâde neyi seversin?’ diye sorunca, o da; köprübaşında Ğanfer mahallesinde bulunur, deyince; dünya bir köprüden geçiş yeridir ve orada altın-gümüş, mal-mülk çokça bulunur, sözleri söylendi.
“Hastalığın ne olduğunu bildim. Senin kurtulman için derhâl gayret göstermek isterim.”
Maddi ve mânevî hastalıkların tedâvisinde hekimlerin ilk yapacağı şey, doğru teşhisi vermektir, alınacak tedbir, uygulanacak tedâvi yöntemleri ve ilaçlar sonrasında gelir. Nitekim Hekîmî ilâhî, câriyeye; ‘Hastalığını anladık, Sen rahat ol, Seni sağlık ve âfiyete eriştirmek için ve seni sevdiğine kavuşturmak adına gayretler edeceğim.’ Dedi. Hastanın sağlığı için ona iyi haberler vererek sevindirmek gerektir. Yanı sıra hastanın hekime olan güvenini artırmak da ayrı bir güzelliktir.
“Sevin, sıkıntıdan kurtul, iyileşeceğine emin ol. Sana bulacağım çâre yağmurun çimene, bağ ve bahçeye hayat vermesi gibi olacak.”
Hekîmî ilâhî hastaya umut verdi, ona sevinç bahşetti. Bağ-bahçe misalleriyle onun yüreğine umut ışığı yaktı. Kalbin ve zihnin hisleri insan bedeni üzerinde olağan dışı etkindir. Bu etkilerin hakikatliği pek çok misallerde bizzat görülmüştür. Bugün dahi yaşanan nice kanser tedâvileri iyi bir moral, huzurlu bir yaşam ve dua gibi pozitif hallerle kendiliğinden ilaçsız düzelmiştir. Buna misaller çoktur.
Efendim bugünlük de burada kalalım. Sizlere güzel bir Cumâ diliyorum. Hayırla kalınız.