Hasan’ın Söyleyemedikleri

.

“Eskici” deyince Refik Halit Karay’ın, gurbetin zorluklarına, çetin şartlarına ve ana dilin ehemmiyetine temas eden güzel hikâyesi gelir aklıma.

Anasını babasını kaybetmiş olan Küçük Hasan, Filistin’in ücra bir kasabasına, halasının yanına gönderilir. Yeni ortama, bambaşka bir mekâna alışamaz, içi yanar, hasretle kavrulur, tutulur kalır.

Bir gün sokaktan geçen bir satıcıyı, yapılacak bazı işler için halası eve çağırır.

Altı aydan beri, yeni lisanı anladığı halde hep susan yaralı Hasan, satıcının Türk olduğunu anlayınca mütemadiyen konuşmaya başlar. Gönlünün de dilinin de kilidi açılmıştır. Eskici de benzer hâletiruhiye içindedir.

Yazarımızdan dinleyelim:

“…Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra “Ha! Ya? Öyle mi?” gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişmeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgârını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.

Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu. Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini büktü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.

Hasan, yüreği burkularak sordu: -Gidiyor musun?

-Gidiyorum ya, işimi tükettim.

O zaman gördü ki, küçük çocuk, memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini, geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyla yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

-Ağlama be! Ağlama be! Eskici başka söz bulamamıştır. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

-Ağlama diyorum sana! Ağlama.

Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyla yanan kızgın göğsüne, bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.”

***

Hikâye acımsı tatlar da bırakır yüreğimize.

Her tarafta yabancı tabelalar, epeyce gömlek değiştirmişiz ki kıyafetlerimize varıncaya kadar yerleşmiş İngilizce tutkusu -bazı esnafa, ‘neden yabancı isimler’ diye sorduğumda, Türkçe ilgi çekmiyor dedi- , günlük konuşmalar, cümleler arasına sıkıştırılmış el ağzı kelimeler, sözcüklerin cümlelerin şahsiyetiyle haysiyetiyle oynayan kısaltmalar, çalkantılı yüksek tepelerde bile özensiz bir dil.. acaba kendi ülkemizdeki bir kaçışın, arayışın, özencin yahut yüklü kültürel bir baskının göstergesi midir?

Ana dil ekseninde, millî kültürden de bir kopuşun, savruluşun habercisi midir?

Şimdi, modern zamanlarda bu denli yoğun vatan hasreti duyulur muydu mesela. Yoksa yurdumuzdayken, farkında olmayarak ya da ayrıksı bir bilinçle başka diyarların özlemini mi çekeriz?

Hasan seneler sonra anavatanına dönse; öz varlığını feda etmeye hazır, dışa yine bağımlı, kirli, her türlü erozyona uğramış, çırılçıplak, insan ve hava kalitesi bozulmuş, nice bitki ve hayvan türü kaybolmuş, yeşilsiz kupkuru bir vasatla karşılaşınca kendi ülkesini de yadırgar mıydı?

Hasretini giderecek bir tabiat, memleketine özgü bir kültürel inşa, diriliş azmi ve şuur bulabilir miydi?

Bugün Türkiye’de anavatanında yaşasa, aynı dil hassasiyetini gösterecek, aksine akıntıya kapılıp sürüklenecek miydi?

Yersizlik yurtsuzluk neydi?

Doğu yerine Batı ülkesine gönderilse durum nasıl gelişirdi.

Eğer yabancı bir memleketteyse, çağdaş kimliğiyle, yoksa ana dilinin ve müşterek değerlerin hasretiyle çöreklenmiş sıkıntılı bir hüzünle yuvarlanıp gidecek miydi?

Acaba Hasan da “eski Hasan mıydı”?

Yahut eski(!) bir dili konuşan gariban bir adamla eskiciyle; üstencilik taslamadan, insani bir eşitlik gözeterek, iletişim kuracak, ortak bir lisanda anlaşabilecek miydi?

Bu kadar tartışmalı hale getirilen bir dille, bırakalım felsefe edebiyat yapmayı, kendi aramızda onurlu bir münasebet, beraberlik, tesanüt sağlanacak mıydı?

Üstelik Türkçe’nin yanına onun gücünü, birleştiriciliğini bozan, başka dilleri yüceltip koyan, bir bakıma onu “itibarsızlaştırıp” devre dışı bırakmaya çalışan bir yol izleniyorsa; Türkçe bu aziz milletin tek dili olabilir miydi?

O da mı meçhul belirsiz bir ülkeye sürgüne gönderilmiş, zulmet içinde hapsedilmişti; dilimizin koruyucu kimdi?

Felaket getiren devasa hatalar sonunda, tekrar mı geriye dönüp millî mücadele verecektik yani.

Kalp yuvaları ne haldeydi, Gönül dili neredeydi?

Bu millet hiç refahla, umutla, yediden yetmişe çoluk çocuğuyla istikbale hoşlukla bakamayacak mıydı?

Filistin için de hangi Filistin diye sorabiliriz tabii…

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Yazarlar Haberleri