Güç, Birlikten Doğar

Nevzat Laleli
Gençlik inceleme yazı serisi


“Bir elin nesi var. İki elin sesi var” demiş atalarımız. İnsanları, aynı inanç, duygu ve idealleri taşıdıkları toplumlar, güçlü toplumlardır. Böyle toplumlarda insanların yürekleri toplu çarpar. Yani aynı şeye birlikte sevinir, aynı şeye birlikte üzülürler. Çünkü adına din dediğimiz dünya görüşü ölçüleri aynıdır.
Bu toplumun gücünü elinden almak, daha sonra esir ve köle yapmak için yapılacak işlem tektir. Onların inançlarını bozmak, sevinçte ve tasada aynı duyguları yaşamalarını önlemektir. Bunun için onların eğitim ve öğretim ile medyalarını ele geçirenler, bir takım çıkarcı ve işbirlikçi adamlarla da yönetimlerine el koyabilirler. Artık o toplum affedersiniz, “artık burnuna hırızma takılıp çeşitli yerlerde oynatılan bir ayı” gibi olur. Homurdana homurdana nereye çekerseniz oraya gider.
Toplumu parçalayacak onun birlikteliğini bozacak hastalıkları iyi tanımamız ve her birimizin bu hastalıklardan azami ölçüde kaçınmamızla birliktelik bozulmamış olur ve böylece de her türlü felaketlerden korunulmuş olunur.
Güçlü olmak, toplumu oluşturan fertlerin ve onları yönetenlerin bu uğurda bazı fedakârlıklar yapmasına bağlıdır. Bizim “Milli Gençlik Vakfı” Genel Başkanlığımız esnasında geçlerimizi teşvik ettiğimiz şey de onların milletimizin birlik ve beraberliğinde fedakârlık yapmalarını sağlamak için konuyu; “Genç, inancı ve ideali uğrunda fedakârlık yapabilendir” diyerek özetlemiş ve sloganlaştırmıştık.
BİRLİK NASIL SAĞLANIR
Birlik ve beraberliği sağlamak bir önemli çalışma, sağlanmış birlik ve beraberliği korumak da yine başka bir önemli çalışmadır. Yazımın bu bölümünde birlik ve beraberliğin korunmasında dikkat edilecek konuları işlemeye çalışıyorum. Bütün hassasiyetinize rağmen birlik ve beraberliğin korunmasında muvaffak olamayabilirsiniz de. Bu konuyu da gelecek yazımda ele almak istiyorum.
Sevgili Peygamberimiz birliğin sağlanmasında üç veya iki kişinin arasında başlayıp milyonlarca insanı içerisine alabilecek, şu önemli formülü vazediyor. Bir rivayette; “Üç kişi yola çıkarsa birisi imam olsun” Bir başka rivayette ise “İki kişi yola çıkarsa birisi imam olsun” buyuruyor. 
Bu hadis-i şerifin fıkıhtaki karşılığı ise “iki kişi namaz kılacağı zaman bile biri diğerine imam olsun, ayrı ayrı namaz kılmasınlar” şekli ile karşımıza çıkıyor. Bu iki Müslüman’ın her ikisi de ayetleri düzgün okuyamıyorlarsa, o zaman da “Ümminin ümmiye imameti caizdir (geçerlidir)” esası benimseniyor. Ama kesinlikle ayrılığa, ayrı ayrı namaz kılmaya cevaz (pirim) verilmiyor. Nitekim sevgili Peygamberimiz bu konu ile ilgili bir başka hadis-i Şeriflerinde, “Topluluk rahmet, ayrılık azaptır” buyurmaktadır.
Burada açıklanması gereken bir başka husus, imamlığın (Arapça kelimenin Türkçe karşılığı başkan, reis, lider, önder v.b demektir) sadece camide namaz kılarken değil her sahada olması gerektiğidir. Bir seyahate çıkarken, birlikte bir iş yaparken, her hangi bir sebeple biraya gelinmişken insanlar bu hadis-i şeriflerin kapsamı alanına girmektedirler.
Günde beş vakit, bir imamın tekbirleriyle (komutlarıyla) camilerde cemaatle kılınan namazlar, Müslümanların sosyal hayatta nasıl davranmaları gerektiğinin de her gün yapılan bir eğitimi bir tatbikatı değil midir?
İmam’ın üzerine düşen görevi yapabilmesi, tabi olanın (bağlananın)  ona itaat etmesiyle mümkündür. Bu hadis-i şeriflerin içinde tabi olanların imama itaat etmesi gerektiği de ifade edilmektedir. Nitekim camide cemaat olmuş namaz kılmakta olan Müslüman, “Bu imam uzun sure okuyor, ben dayanamıyorum” dese ve imamdan önce rukuya veya secdeye gitse” onun durumu İslam’da “cemaatten ayrılmak” olarak değerlendiriliyor.
Aynı cemaate bağlı bir Müslüman imamın özel yaşantısını biliyor ve onun bu yaşamında günahkâr olduğunu tespit etmiş olsa da yine de cemaatten ayrılması uygun bulunmuyor. Burada düşünce tarzının; “Ben İmam’ın şahsı için değil, Allah’ın emrine uymak üzere imama bağlandım” demesidir. Ve unutulmamalıdır ki her birimizin her gün tekrarlayıp durduğu nice günahlarımız vardır ki kendi günahlarımızdan kurtulabilmek için yapacağımız çabalardan dolayı başkalarının günah ve kabahatlerini görmeye vakit bulamamalıyız.
HASTALIKLARDAN KORUNMAK
Toplum içerisinde, yarısına kadar su doldurulmuş bardağın su bulunan kısmana bakarak kendini dolu kısma yoğunlaştırarak konuşanların bulunmasının yanı sıra bardaktaki boşluğu görerek o tarafını konu edinen konuşmacılar ve hatiplerde bulunabilmektedir. Su dolu tarafını gören ve konuşmasını ona uyarlayanlar daha çok “takdir” konuşmaları yaparlarken bardağın boş tarafının görerek konuşanlar daha çok “tenkit” dediğimiz bir işle meşgul olmaktadırlar.
Takdir edenler; “aferin. Bu bardağı ve suyu bulmuş, bardağı yıkayarak temizlemiş ve onun yarısına kadar su ile doldurmuşsunuz” derken, tenkit hastaları yapılan hizmetleri hemen hemen hiç görmeyerek, “bu bardağın yarısı boş kalmış. Diğer yarısına konacak suyu ne yaptınız?” demektedirler.
Tenkit etme isteği bir manevi hastalıktır. Kişi önce bunun bir manevi hastalık olduğunu bilmesi daha sonra da bu hastalıktan kurtulabilmek için çalışmalar yapması gerekmektedir.
 Böyle söylediğinizde sizin sözünüzü de keserek, “Ne yani. Hiç tenkit etmeyecek miyiz? Halife hazreti Ömer’i bile Sahabe-i Kiram tenkit etmiş ve Ey Ömer. Seni bu eğri kılıçlarımızla düzeltiriz, diyen insanlar çıkmış” demektedirler.
Elbette bu söz ve hareket doğrudur. Ancak, ya tenkit edeceğim derken “zannın içine düşersem…” ve sui zanla hareket edersem, benim halimiz nice olur? Diye düşünmez mi? İnsan.
Nitekim “Aşere-i Mübeşşere (hayatında cennetle müjdelenen 10 kişiden biri)” olan Hazreti Ömer’i, hayatında bir kişinin hançerleyerek “eğri kılıcıyla doğrultmaya kalkmış olduğu, ancak onun da ebedi cehennemlik olduğu unutulmamalıdır.”

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.