Duaya Davet

.

Ruhani ikbal basamaklarını nurani çehrelerle hem hal olup terkeyleyen nice insanlar vardır… Allah’ı, Rasulü’nü ve ahret gününü dünyaya ve dünyanın aldatıcı nimetlerine tercih edip, kendini din-ü islama adayanların-adanmışların- bir hikayesi vardır…

DUA…

Onunla niceleri kız çocuklarını diri diri toprağa gömdükleri cehalet batağından kurtulup Farukluk otağına ermiştir…

Onunla niceleri muhabbet sofralarını gönül hanelerine semiştir…

Ve asırlarca öteden rahmani bir nida bizleri duaya davet etmiştir: “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz vardı?” (Furkan-77)

Rabbimizin kelamından ve Habibi’nden dua örnekleri karışır yakarışlarımıza… Bizi biz yapar, arındırır, yol gösterir dua…

Nasıl dua etmemiz gerektiğini o en yüce kelamdan öğreniriz ve onun yeryüzündeki canlı halinden, yaşayan Kur’an’dan, Hz. Peygamber’den (s.a.v). Onun izinden yürüyen, ona ashab olma şerefine eren o nadide yıldızlardan…

Açığa vurduklarımı güzel eyle, gizlediklerimi açığa vurduklarımdan da güzel eyle…” diye dua ediyor o yıldızlardan birisi. Bu duanın bidayetinde şu ayeti biliyor, özümsüyor, yaşıyor olmak vardı belki de:

Allah göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir, o sizin gizlediklerinizi de bilir açığa vurduklarınızı da, o sinelerin özünü bilendir.” (Teğabün 4) bu ayetle bir karesini bile boş bırakmadan sadakati, dosdoğru olmayı, aşkı yüreklerine nakşedenlerin deruni izanlarının bir yansıması sadece bu dua… Peki ya günümüz insanı bu gerçeği-rabbimizin sinelerin özünü bilmesini- unuttu mu ki dilini küfür, hakaret, beddua ve lanet bürüyor. Bu ayeti hatırlamaya ve sahabe-i kiram gibi “rabbimiz bizim gizlediklerimizi de mi biliyor?” diyerek ağlamaya öyle ihtiyacımız var ki. Nifak ve şikaktan Allah’a sığınan nebiler nebisi her konuda olduğu gibi bu konuda da yegane örneğimizdir. Bir kez göz gezdirelim hayatına, Müslüman bir yana acaba bir kafire yahut bir müşriğe veya bir münafığa beddua etmiş midir? Uhud Harbi’nde yüzünü ve dişini yaralayan İbni Kaimeye, amcasının uzuvlarını parçalayan Hz. Vahşi’ye mesela?

Gayr-i ihtiyari şu cümleler dökülmüştür sadece mübarek dillerinden: “Allah peygamberine zulmeden bir kavmi hidayete erdirir mi?” Bu soruya cevap gecikmemiş ve savaşın devam ettiği o anlarda Al-i İmran suresinin 128. Ayeti nazil olmuştur:

Bu işte senin yapacağın bir iş yoktur.

Buradan anlaşıldığı üzere Cenab-ı Kibriya Habibi’ne o an için müminlere karşı savaşan bir müşrik topluluğu aleyhinde bile beddua niteliğinde olmayıp sadece sitem olan bu sözlerden dolayı müsaadede bulunmazken müslüman Müslüman kardeşini yerden yere vurabiliyorsa bunun izahı olabilir mi? Hiç bir sözü nafile olmayan nebiler nebisi, şairleri şair yapan, hatipleri hatip yapan o her biri bir hazine niteliğindeki hadis-i şeriflerinden birinde: “Kul bir şeye lanet edince lanet semaya çıkar, arza iner, sağa gider, sola gider, gidecek bir yer bulamayınca lanet edene geri döner.” buyuruyor.

Peki ya böyle bir durumda lanete muhatap olan bunu hiç hak etmediyse yapılacak olan şey nedir?

Kazara bir sapan taşı bir altın kaseye değse, ne taşın kıymeti artar ne kıymetten düşer kase…” deyip geçmek, yürüdüğü yollara konulmuş dikenlere dikkat ederek istikametine devam etmek ve yapılan her kötülüğü bizi bizden daha iyi bilene, sinelerin özünü bilene (c.c) havale etmek….

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Yazarlar Haberleri