Hem sahnede olmak hem de kimse tarafından bakılıp görülmemek; dinlenip duyulmamak isteyen birinin yaşadığı sancılı ikilemden söz edeceğim bu yazıda.
Ki bunu nasıl yapabilirim ben şimdi? Hani, nasıl olur da bir başkasının halet-i ruhiyesinden bahsedebilirim? Bir insan, bir başkasının iliklerine kadar yaşadığı sancıyı nasıl olur da düşünsel bir tahminden öte bir sezgiyle duyumsayıp anlayabilir de ondan enikonu bahsedebilir, diye soracaksınız. Biliyorum çünkü sorarsınız siz. Ben de sizin yerinizde olsaydım sorardım zaten. Herkes sorar. İnsanlığın ortak paydalalarından birisi işte! Bir başkasının ne düşünebileceğini ya da hissedebilecegini; şu durumda ise ne sorabileceğini kendinizden bilirsiniz. Bilebilirsiniz. Kendimizden bilmelerimiz vardir çünkü bizim... Sözü de uzatmayalım bir yandan, sorunuza cevap vereyim ivedilikle.
O, hem sahneye çıkmak hem de görünmez ve duyulmaz olmak isteyen kişinin yaşadığı azap dolu ikilemi, işte o 'kendinden bilme' yetisi sayesinde süzüp yazabileceğim ben de.
Onu çok iyi anlıyorum. Bir yandan görülmek, duyulmak, bilinmek türevindeki fiillerin tüm edilgen hallerini üzerinde isteyip, o şahitlik üzerinden bir var oluş durumu yaşamak; bir yandan da basbayağı yok olmak istiyor. Şehrin meydanına inip avaz avaz bağırsın mı yoksa bir dağın görüş menzilini aşan bir kör noktasına kadar çıkıp kaçarak sırra kadem mi bassın?
Karşısındaki bir alıcıya ve muhataba illa muhtaçlık duyan, verilmek istenen nice şeyi var o kişinin. Verilmek istenen kucak dolusu sevgiler, kusulmak istenen ağız dolusu öfkeler, falan işte... Alınmak istenenler konusuna ise hiç girmeyeyim zaten. Onlar buraya sığmaz. Onu biliyorum çünkü. Kendimden biliyorum. Fakat tüm o alışverişler için, eylemlerin edilgen halleri kadar etkin olan durumları için de tanıklıklar ve muhataplıkların varlığı icap ediyor işte. Hepsinin de o başta sözünü ettiğim sahnede vücuda gelmesi gerekiyor. Kaçışı yoktur ki bunun. Bırakın bir topluluğu, yalnızca iki kişinin en ufak bir alışverişi için bile ayaklarının altına hemen bir sahne kurulup seriliverir ve tanıklıklar başlar. Eş zamanlı olarak. Alkışlar ya da yuhalanmalar başlar...
Ve o kendisini çok iyi anladığım kişi, bir dağın tepesindeki menzili aşan kör bir noktaya da kaçıp gitmek istiyor, aynı zamanda. Yok sayılmayı değil de yok olmayı; iradi bir halde sırra kadem basmayı... Yok, 'yok sayılmak' gibi bir dışlanıştan dem vurdum ve öyle mahzun bir deyimi kullandım diye bu konuda onun bir iç ağrısı ya da kalp sancısı vardır da sanmayın şimdi. Gerçi, 'yok' da diyemeyiz tüm bunlara ama konumuz bu değil burada en azından. Konumuz, onun yok olmak isteyişiyle ilgili daha ziyade. Daha da doğrusu, fiillerin edilgen hallerini sırtlanmak istemeyişi; görünür, duyulur ya da bilinir olmak gibi hallerden halas ve azade olmak isteyişi. Hiç bir gözlemcinin gözlerindeki eleştiren ve yorumlayan bakıştan yana bir iz taşımamak isteyişi ve hiç bir zihin tarafından değerlendirilmeye alınmak istemeyişi. O hafiflik, hürriyet ve yalınlık...
Ah o çelişki! Şehrin meydanına mı çıkmalı yoksa bir dağ başını mı mesken tutmalı o halde? Almak, vermek, görmek, bilmek ve bunun gibi nice şey bir yanda; görülmek, görünmek ve bilinmek gibi nice edilgenlikler de bir yanda bekleyip zihnini an be an deli gibi yoklayıp gıdıklarken, o 'yok olma' isteğinin kulak tırmalayan çağrısına karşı verdiği savaşta artık çoktan galebe çalınmış olduğunu bilmek... Sahnelerin karşı konulmaz davetleri ve onu kolundan tutup kendine doğru çeken yok olma isteği...
Ne yaman çelişki, azizim!
Çelişki
Çelişki
İlk yorum yazan siz olun