Bakmaktan Görmeye Kanatlanış

Esra Teke

- “Bakmakla görmek… arasındaki fark nedir?”

- “Senin baktığına herkes bakıyor; ama ya görebildiğini herkes görebiliyor mu?...  

Aralarındaki tek fark sensin…” (Mevlana)

Bakmak, bakışı bir şey üzerine çevirmektir, gözle gerçekleşir. Oysa görmek gözün yanı sıra kalp ve akılla gerçekleşen, Ben’i de ortaya koyan şuurlu bir faaliyettir. Çoğu zaman zihnimiz otomatik pilottayken ülfet, gaflet, alışkanlık ile bakıyoruz etrafımıza. Ne uçan bir kelebeğin harikulade desenli kanatlarını, ne rengarenk tonlara bezenmiş bir çiçeğin muhteşem yapraklarını, ne de yolumuzu aydınlatan güneşin rahatlatıcı ışıltısını görebiliyoruz. Kâinatı okumuyor, kendimize lakayt kalıyoruz. Böylece Necip Fazıl’ın, “Tam otuz yıldır saatim işlemiş, ben durmuşum. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum” dizelerinin de hazin bir şekilde mazharı oluyoruz. 

Oysa görmek; fark etmeyi, anlamayı, idrak etmeyi sağlar. Kişinin kendisinden başlayarak evrendeki değişim ve dönüşüm akışını derk etmesine de kapı aralar. “Her şey aynı, hiçbir şey değişmiyor” söylemleri içerisinde, yeknesaklık kıskacında boğulan insanın derdine deva bulmasına da olanak tanır. 

**

Peki, görmek nasıl başarılır?

Tasavvufta belirtilen “hayret hali”, Mindfulness-Bilinçli Farkındalık kavramları içerisinde belirtilen “acemi zihin”, bakışın ardındaki görmenin sırrını ortaya koyar. Bu sır; her şeye bir çocuk merakıyla bakabilmekten, şaşkınlık ve hayret içerisinde görebilmekten geçer. Böylece kişi yaşamında birbirine benzeyen şeyler arasındaki farklılıkları görebilir. Geçmişin, geleceğin kıskacına takılmadan an içinde ilk defa yaşıyormuş gibi o anı keşfe dalabilir. Şimdi ve burada hareket edebilir, ruminatif düşüncelerinden sıyrılabilir, mutsuzluk, umutsuzluk, keyifsizlikle kendini gösteren depresif ruh halinden uzaklaşabilir.

**

Her şeyin hızla tüketildiği, sıradanlaştırıldığı bu çağda hayret nazarıyla ve acemi zihinle bakmak başlangıçta zor gelebilir. Özellikle teknolojiyle birlikte dakikalar içerisinde binlerce içeriğe maruz kalan bizler için durup bir çiçeğin yapraklarını incelemek, bedenimizdeki değişime kulak vermek oldukça güç olabilir. Zahmette rahmet vardır hakikatiyle ilk adımımızı atmalı, durmalı, bakmalı ve görmeliyiz. O zaman ruhumuzun, kalbimizin, aklımızın mizanı ölçüsünde görmekten istifade edebiliriz. 

**

Belki de o zaman Mevlana’nın "Sen kendini tanımadığından neşelenmedin, huzura kavuşmadın. Eğer kendini tanısaydın, sende kimin misafir olduğunu bilirdin; memnuniyetsizlik, huzursuzluk denilen şeyler sana bir daha gelmezdi" sözünün anlamına gönlümüz uyanır. Belki de o zaman Hemingway’in “Tüm hayatım boyunca kelimelere hep onları ilk kez görüyormuşum gibi merakla baktım.” sözüyle yazdığı eserler arasındaki bağı anlayabiliriz. Ya da “Benim özel bir yeteneğim yok, sadece tutku derecesinde meraklıyım” diyen Einstein’ın asıl yeteneğini fark edebiliriz. 

Velhasılıkelam her dem yeni bir dirilikteyse o demlerle yenilenebiliriz. Ömür bir an-ı seyyale ise o anı seyre koyulabiliriz. Bir ben var benden içerideyse o “Ben’i görmeye adım atabiliriz.