Ateşten sözler

Ayşe Aslı Duruk

Ağızdan çıkıp ‘verilen’ sözler, havayla buluşup, oksijenin yakıcılığıyla birleşince, birer alev topuna dönüşüyor, sanki. Verili sözler, ateş gibi… Tutulamıyorlar bu yüzden. Sırf bu yüzden, sözler tutulamıyor olmalılar, bir türlü. Söylenip de, ‘verilip’ de, o yakıcı oksijenle temas ettirildikleri; yanıp yandırdıkları için…

O ateş toplarını ‘tutmak’ için; söz tutmak için yani, yeterince kalın değil, hiçbir elin derisi. Yüzlerin derisi ise, ne yazık ki, yeterince kalın oysa, bu, bir türlü söz tutmayış için. Vicdan hele, ah o hep doğruyu söylemekle nam salmış, asıl ve en büyük yalancı, illaki geçerli bir kılıf bulup, her yanlışı aklıyor, sahibini gece yatağında rahatça uyutabilmek için. Vicdan zaten, ne de taraflı bir iç mahkemedir, şeytanın verdiği rüşveti hiç utanmadan cebe indirip de, dedik ya, sahibini hep ama hep temize çıkartıp beraat ettiren. “Verdiğin sözleri tutmamakta sonuna kadar haklısın çünkü iklim ve şartlar değişti, baksana. Mesuliyet senden kalktı. Söz tutma mesuliyeti… Şimdi, sana mı düştü şu ince derinle, hükmü geçmiş sözleri tutmak? Alev toplarını kavramak? Vazgeç bu söz tutma yiğitliği sevdasından!” “İyisi mi, koy başını yastığa da, hadi rahat rahat uyu sen yine” …

O halde, ateşte yanmayan eldivenler nerede bulunur da tutulabilirler, o sözler? Karşıya verilenin söz değil de aslında güven duygusu olduğu, altına girilenin böyle büyük ve öyle önemli bir sorumluluk olduğu, insana, kaç yaşlarındayken öğretilmeli, mesela?

Güven duygusu vermek…

Kulaktan içeriye girip de gönüllere düşüp, orada açan tohumların yeşerttiği çiçek bahçelerinin bakımının, sulanmasının yapılıp, bir nevi toprak zengini olmak, yani. Ne de güzel, ne de onurlu bir zenginliktir bu! Tamamının bir zekat sevabında olduğu, bir şerefli rızık… Lakin az önce de andık ya, vicdan ismindeki o iç mahkemede, ne de adil ve nur yüzlü bir surette çalışan bir hakim vardır. Şeytanın rüşvetini, o melunun kirli parasını, dünyadaki her şeyden daha tatlı ve leziz bulan, ruhu ve kanaati satılık, kıblesi eğik bükük o ateşten mahkemenin kukla yetkilisi. Yalancı hakimi… Bu kuklanın iplerinin de, kimin ellerinde olduğunu söylemeye gerek var mı, hala? O, insana, ne verdiği sözü tutturur, ne de, sözü içine üflediği kulağın sahip olduğu gönlün bahçesinde, şerefli bir toprak zengini eder, insanı. Şeytanın rüşveti, çok daha tatlı gelir, o onurlu zenginlikten işte… Ne de olsa oksijen yakıcıdır, dünya şartları zorlu… Söz ağızdan çıkar çıkmaz, havayla buluşur buluşmaz yanmıştır ve ah o zavallı insanın derisi de bu ateşe dayanabilmek için fazla ince ve hassastır. İnsan, verdiği sözü tutmamakta, sonuna kadar haklıdır, yani!

“Mademki tutmayacaktın, en başından, hiçbir söz vermeyecektin o halde” de denmez üstelik. Denemez. Dense, o mahkemeden hemen bir karar çıkıp yetişir ve her şeyi aklayıp paklar yine: “E canım, o an öyle gerekmiştir” işte… O kadar! Güven aşılanmışmış, onurlu bir toprak zenginliğiymiş falan, bunlar, şu zavallı ve aciz beşer için, fazla kahramanca bir yiğitlik hikayesidir, hepi topu... O an öyle gerekmiş, sözler verilmiştir evet ama şimdi şartlar değişmiştir. Anlaşılmayacak ne var bunda? Hüküm ve sorumluluk, sözü verenin üzerinden tamamen kalkmış, o yine beraat ettirilmiştir, iç mahkemesi tarafınca. Vicdanlı olmak, başka şeydir, güzel şey (!)… Giydirip verdiği aklama bahaneleri; kılıfı, kulbu ve kılığı bitip tükenmeyen o gölge ve kukla hakim, ne kadar teşvik edilse azdır; ne kadar rüşvet alsa… Gece, başı yastığa rahatça koyup uyuyabilmek kadar büyük bir zenginlik, var mıdır hem?

(!)

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.