Ekrem Demirli Hoca günümüz hastalıklarından birine değinir, önemli bir tespitte bulunur, “Ahiret yurdu söz konusu olunca, insan önce kendisini Allah’tan alacaklı sayar” der. “Bu meyanda va’d ve vaîd, yani Allah’ın cennet vaadi ve cehennem tehdidi- dini terminolojide karşılığını bulan Mutezile kaynaklı düşünceler- kulun, ibadetleri karşılığında Allah’tan alacaklı olabileceğini beyan eden düşüncelerin sonucudur.
İbadetler bir teşekkür, hatta yükümlülük değil, dünyevî bir iş gibi düşünülünce, bunun bir takım kazançlar sağlayacağı akla gelir. O zaman insan kendini yeryüzünde Allah’a çalışan bir işçi veya tüccar gibi kabul eder, yapıp ettikleri sınırlı amelleri nedeniyle alacaklı olduğunu hesaba katar.” (Ekrem Demirli, İbadet Özgürlüktür, Bir İbadet Metafiziğine Doğru, Fikriyat, 2025, s. 389)
Aslında tekâmül, var olmak savaşı, insan olmak, yaşamak sanatı kolay değildir.
Farkına varmadan, Cenabı Hakka karşı kulluğumuzu inşa etmeyi geliş(tir)meyi değil, genellikle egomuzu çeşitli vesilelerle şişirmeyi seçeriz. İbadetler, yapılan hizmetler, iyilikler, yardımseverlik vs. de gururumuzun, enaniyetimizin bir parçası olur. Sevap küpü dolacaktır.
***
Şule Gürbüz’ün Coşkuyla Ölmek’in romanı da ironik bir dille bu ince ve derin meseleler etrafında döner; problemli, sathi bir dindarlık anlayışının eleştirisi de öne çıkar.
Mesela roman kahramanı beyefendi Refik İyisoy, bir pideci dükkânında tıka basa karnını doyurmuştur. Hatta tamamen görünürdeki, şekli bir takım hareketlerinden dolayı, Pideci onun kâmil bir mümin olduğu zehabıyla fazladan ikramlarda bulunmuş, “Dünya siz gibi bir avuç Müslüman için dönüyor, yoksa bize kalsa ne güneş doğar ne ayçiçekleri başını kaldırır ne balıklar kuytudan çıkıp yol alır. Rızkımızı size borçluyuz… Huu diyelim erenler” diyerek eğilerek hürmetle selamlamış, paketini envaı çeşit pideyle doldurmuştur.
Kahramanımızın akşam yemeği böylelikle çıkmıştır. Lâkin evinde boya badana işleri vardır ve işçiler oldukça ağır çalışmaktadır.
Hanesine varmışken, elindeki paketi gören güler yüzlü bir tanesi “Yardım edeyim mi” diyerek yanına yaklaşır; kendileri için getirildiğini düşündüğü paketi alarak, çalışan diğer arkadaşlarını da yanına çağırır ve bir sehpa üstüne koyarak, hemen yemeğe başlarlar.
Ev sahibi, aslında öyle bir niyeti olmamasına rağmen müdahale etmez. Çünkü “Birden kendini yavrularının önüne avladığı yiyeceği getirmiş bir aslan gibi” hissetmiştir. “Mırıldaşarak, guruldayarak benim gibi bir anaları olmasının tadını çıkarıyorlardı. Görüntü pek gurumu okşadı. Ne iyi ettim diye geçirdim içimden. Sonra bu nasıl oldu diye geçirdim içimden. Boş ver, nasıl olduysa oldu diye geçirdim içimden(…)
‘Kaç gün oldu, her gün aklımda size bir ikramda bulunmak, kaçanı kovalamaktan elim değmedi, ama aklımdan da çıkmadı, bir de şöyle içime sinecek bir şey olsun istedim, yasak savmak değil’ diyerek ikramını pekiştirir.
Fakat içine bir kurt düşmüştür. Boyacılar “Allah razı olsun” falan demişlerdir, o da “Âmin! Âmin” diye karşılık verir ama “Ama bu verilenlerden kimseye bir pay yok mu, ölmüşlerinin canına değsin diye bir lâf yok mu, beni yetiştiren anama bir pay yok mu” diye kendi kendine söylenir, içerlemiştir.
Yani yenen pidelerin karşılığı hiç değilse -en azından- duadır. Öbür dünyaya göçenlerin ruhuna gidecek, ev sahibinin yakınlarından çevresinden fazlaca kişi de istifade edecektir. Tabii ki, elbette Tanrı da bu mümtaz hizmete, ibadete sevap lütfederek, ölmüşlerimizi sükûna ve rahata kavuşturarak mukabele edecek, cevap verecektir.
Verilen örnekte, işçilerin hakkından çok, bizim onların üstündeki hakkımız geçerlidir. Daimî mağdur, daimî alacaklıyızdır sanki. “Veren elin alan elden üstünlüğü” fazla hatıra gelmez, elimiz açıktır(!)
Ufak bir yemeğin karşılığında, öte dünyayla ilgili giderek genişleyen bir halkayla pek çok şey umulur. Amel, hizmet -zannımızca- büyüdükçe; çevreden ve Rabbimizden beklenti artar.
Verilen iki lokmanın bedeli muhakkak ödenecektir. Ayrıca burada yapılan harekete güven, nefse itimat da söz konusudur. Yaptığımız iş ve sonucu bazen gerçekten cennet garantilidir(!) Hesabımız öyle işler. Bize vermeyecek de kime verecek. Falanca partili gâvurlara kâfirlere mi?
Romandan devam edelim:
“Şu doyan nasipli insanlar için, ‘Yarabbim, şu hayırdan anamın babamın ruhunu da haberdar et, ruhlarına gönderdim,’ dedim. Sonra rahmetli dedem aklıma geldi, onun da ruhuna gönderdim, nenemi de atlamayım şimdi, o da orda dedeme atlamasın diye ona da gönderdim. Ana tarafım mahzun olmuş gibi geldi, onlarında ruhuna gönderdim. Erkenden vefat eden amcamı da kattım, kız kardeşimin rahmetli kocasını da haberdar ettim. Ruhlarına bir Fatiha okudum. Okuyuşumda fazladan bir Arap aksanı sezdim. İçeriden hâlâ sesleri hışırtıları geliyordu, getirdiklerim amma da çoktu. Bunca pideye takılacak ruh daha yok muydu sanki, olmaz mı? Çocukken daha on bir yaşında araba çarpması ile ölen arkadaşım İsmail geldi aklıma onun da ruhuna gönderdim. Sonra bazı mevlitlerde, özellikle Ankara Kocatepe Camii’nden yayın yapılan mevlitlerde son duada bazı devlet büyüklerinin, rahmetli Gazi’nin, vatan uğruna can verenlerin ruhlarına okunduğu hatıra geldi. Hemen ben de bunları ilave ettim. Göğsümde bir genişleme, kalbimde bir vakar duydum. Pideleri alışım, dükkânda başıma gelenler, eve taşıyışım aklıma gelince bu zorluk ve kederle elde ettiğim şeyleri bu kolaylıkla paylaşmamı pek yüksek değerde buldum. Geçmiş âlimlerin ruhlarına da ilave ettim, rahmetli dedem, ‘Edison büyük adam, insanlığa faydalı buluş yapan Müslüman sayılır,’ derdi, onu da ilave ettim. Büyük mutasavvıfları, çok sevdiğim bestekâr Küçük Mehmet Ağayı bunca pide, bunca eza kaldırır diyerek unutup ihmal etmedim. Salondan artık rahat ve gevşek konuşmalar geliyordu, bu huzuru, tatmini onlara Allah’ın izni ile ben sağlamıştım. Çok şükür dedim, peygamber efendimize, diğer peygamberlere, Hz. İbrahim’in ruhuna yolladım. Hz. Âdem geldi aklıma, binlerce yıldır, kim bilir ne halde idi, ona da yolladım. Gözlerim, başım hafiften dönüyordu. Yavaşça içeri girdim. Adamlar hâlâ yedikleri sehpanın etrafında, hafiften yayılmış oturuyorlardı. Beni görünce toplandılar. Bir şey kalmamıştı, sehpa boştu. Sehpanın üzerindeki, pidelerin sarılı olduğu gazete kâğıtlarında dalga dalga yağ lekeleri vardı. Eğildim, gazeteleri dertop edip atmaya davrandım. Güleç yüzlü, ‘Sen zahmet etme abi,’ dedi.
Geniş göğsüm biraz ileri çıktı, ‘Estağfurullah!’ dedim.” (Şule Gürbüz, Coşkuyla Ölmek, İletişim Yayınları, 11. Baskı, 2025, s. 37-38)
Ekrem Hoca, konuyu bağlar. “…haklılık ve alacaklılık duygusunun temel nedeni olan ‘ben’ saplantısından kurtularak, onu bir ihsan olarak düşünmek gerekir. Gerçekte insana verilen en büyük lütuf, nasibine düşen en büyük pay, bizzat varlığının ta kendisidir. Kendisi lütuf olan bir şey, lütfu verenden nasıl alacaklı olabilir ki?” (s. 392)
Büyük Hesap Gününde bu alacak verecek meselesi, halimiz nice olur bilmem.
Öte yandan, Cenabı Hak huzurunda hepimiz dilenci konumunda değil miyiz?