Açlık ve Tutsaklık

Açlık ve Tutsaklık

Önündeki tabağın içinde duran yemeği aslında hiç yemek istemeyen ama sırf yanındaki büyüklerin azarla karışık ısrarlarının önünü kesmek için o yemeği bitirmek durumunda olan küçük bir çocuğu düşünün... Bunu anlatırken kabaca, "Yapmak istemediği bir şeyi yapmak zorunda olan bir kişiyi düşünün" de diyebilirdim pekala. Fakat verdiğim örnekteki o 'çocuksu savunmasızlığı' hakkıyla anlatamazdım o zaman. Ki işin ruhu da tam olarak buralarda bir yerlerde: mecburiyetlere karşı koyamayışta.

Evet, mecburiyetler zaten adı üstünde; karşı konulamazdır ama o savunmasızlıktaki çaresizlik ve güçsüzlük notalarına ses ve söz vermeliydim.

İşte o tür bir eli mahkumlukla karışık bir mecburiyetten, karşı koyamayıştan ve çaresizlikten mamül edilmiş bir tarifi, yemek diye önümdeki tabağın içine koymuşlar sanki. Başkalarının azarla karışık ısrarlarının önünü kesmek için yemek zorunda kaldığım ve olduğum bir yemek bu.

Hoş, yemeğin tadının ne kadar kötü olduğunu daha ilk lokmalarda gayet iyi anlamış olmama rağmen, dilimin üstündeki tüm tat alma merkezleriyle bir antlaşma ve ateşkes imzalamıştım, daha o zamanlar. İsyan etmeden sabretme erdemini gösterecektim. O yemeği yemeye henüz başladığım vakitler, böylesi bir karar almıştım, evet. Tadı kötüydü hakikaten; acı ve tatlı, bir araya gelerek ortaya tuhaf ve itici, hatta -af buyurun- öğürtücü ve kusturucu olan, lezzetsiz bir lezzet ortaya çıkartıyordu. Tatlısına mı sevineceğim, acısına mı üzüleceğim belli değildi. Arada kalmışlık, isimsizlik ve dengesizlik gibi kavramlar etrafımda dans etmeye başlamıştı sarhoşça. Fakat biraz daha dayandım. Önümdeki tabağın içinde duran yemek, henüz bitmemişti çünkü. Daha değildi...

Kenarına iliştiğim yemek masasının baş köşelerine oturmuş olanlar da vardı orada; diğerleri. Başkaları. Yemeklerinin ne kadar lezzetli olduğunu anlamak için onlara bakmak ve oralarda bulunmak yeterliydi. Yüzlerindeki, hallerinden memnun ifadeler ve burnuma gelen güzel kokular... Burun ve boğaz, birbirlerine ne kadar da bağlıydılar zaten; kokular ve tatlar...

Şimdi şuraya kadar çizdiğim bu senaryodaki başrol karakterinin, yani bendenizin durumuna da bir bakınız hele: halinden ne kadar da memnuniyetsiz ama bir o kadar da çaresiz. Zira içini bulandıran bir yemeği yemek zorunda ve bunu da sırf başkalarından gelebilecek zorbaca sözlerin ve hareketlerin önünü kesmek için yapma mecburiyetinde...

Fakat ben size bir şey diyeyim mi? O yemeğin her lokması, karnımı bir daha asla acıktırmayacak kadar doyurucu ve beni bir daha yemeğe muhtaç hale getirmeyecek kadar dünya dışıydı. 'Dünya dışı' kavramını tam yerinde kullandım çünkü bilinen hiç bir yemeğin 'bir daha acıktırmamak' gibi bir özelliği yoktur. Ne kadar doyurucu olsa da bir yere kadar, bir vakte kadar öyledir. Sonra da şu 'ihtiyaclar hiyerarşisi' işte... Maslow teorisi... Piramidin en alt ve birincil basamağı: yemeye karşı duyulan hayatî ihtiyaç. Buna karşı duyulan ölümüne muhtaçlık. Ki bu en alt basamak, insanlığın zaafiyeti ve acınası hallerinden oluşur, bir bakıma...

O zorlu süreç; o tiksindirici yemeği diğerleri gibi bırakıp kaçmak yerine onu bitirmeyi seçmek, buna sabretmek ve bununla -aslında kendimle- verdiğim savaşı kazanmanın ödülü, piramidin alt basamağının -bana sorarsanız- su içmekle birlikte en karşı konulamaz unsurundan kurtulmak oldu; o zaafiyetten. Yaşamak için yemek kuralından. Diğerleri ya iğrenç yemekleri bırakıp kaçadursunlar ya da lezzetli lokmaların albenisi pahasına güçlerinden ve özgürlüklerinden vazgeçedursunlar.

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (4)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.

Yazarlar Haberleri