Acıklı Mükerrer Bir Hikâye

Hüzeyme Yeşim Koçak

“Ben otuz yıldır tanıyorum fakat o, sanırım daha yaşlıydı. Eğer otuz-otuz beş yaşa siz uzunca bir ömür diyebiliyor iseniz bu uzun, fakat aslında kısacık çok kısacık bir hayatın her soluğunu bin yıllık ömürlerin eziyetli uzunluğunda yaşadı. Ezildi, küçültüldü; kırıldı, dal dal kopartıldı, yolundu, tekmelendi; çökertildi, çarpıtıldı, çiğnendi.. irdelendi; aşağılandı, ayak altına alındı fakat direndi; umursamadı.. çünkü yaşamak istiyordu (…)

Bahara şavkıması başka, yaza açılması daha başka idi; güz vaktinin sarı pırıltılarına sarınması ve kışa kapanması büsbütün başkaydı. Lâkin dört mevsimin dördünde de bütün bu başkalıklar, başkalaşımlar tek bir aynılıkta yaşamak, alabildiğine yaşamak arzusunda birleşirdi.

Her olumsuz itişe direndiğini görebiliyordum. En sonunda sabrın onda şükürleştiğinin farkına varabildim. O zaman gözümde büyüdü bütün o didinişler, çırpınışlar; o zelil görünür iken olağanüstü direnişler ve o yaşamak arzusu beni imrendirdi.. hayranı oldum.

Bundan bir ay kadar önce, Allah’ın bizim için, sırf bizim için özene bezene yarattığı ve adına tabiat denilen hazineyi seyre çıkmış yürümekte iken yolumuz onun bulunduğu yere geldi. Eşim yoldaşım Muazzam’a onu ilk defa gösterdim. Otuz şu kadarcık bir hayata sığdırdığı ömrünün bütün acılarını, hayal kırıklıklarını; onun bunları nasıl göğüsleyip bugünlere eriştiğini anlattım. “Evvel Allah bundan sonra korkmaz gayri, yaşar bu, kefeni yırttı, artık sapasağlam!” dedim.

Demez olaydım keşke, katiller herhalde çevremizdeymiş; söylemez olsaydım..kıskanmışlar!

Dün sabah onu, otuz yılı aşkın bir süredir görmeye alıştığım yerinde göremedim. Daha uzaklardayken seçtiğimde ışıyıveren gözlerimin bir anda söyündüğünü hissettim. Yoktu, yerinde yoktu, o yoktu!...

Göğsüm daraldı, soluğum soluğuma bindi, gırtlağımda taşınması zor acı yükleri batmanlandı. Elimde olmadan koştum.. ve; durdum! Çakılmış kalmışçasına durdum. Donmuş olabilirim. Ölmüştü. Öldürmüşlerdi.

Ağlamak geldi içimden bu yaşımda. “Kim yaptı bunu?” diye bağırabilmişim ancak!

Orda oltayla balık tutanlardan sesime gelenler oldu. Her biri bir şeyler söyledi, herkes bildiğini anlattı. O zaman anladım benden başka sevenleri olduğunu da. Dostları, on beş-yirmi yıllık tanışları, birlikteliğin acılı tatlılı yıllarını omuz omuza sürükledikleri ömür ortakları olan bu insanların da yüreği yanıyordu.

“Kesin bunu!” buyurmuş belediye başkanı. Yüreği yosunlu bir şükür bilmez adam da testereyi çalıvermiş, hem de yirminci yüz yılın, bence en yüz karalarından biri olan elektrikli testere ile canını iliğinden koparıvermişler. “Keserken gıcırdıyordu” dedi bir balıkçı; Oltacı: “İnilti gibi geldi bana.” Dedi; “velâkin motorlu testerenin gürültüsü iniltiyi bastırıyordu. Zaten fazla bakamadım, sanki kolumu kesiyorlardı.”

Onların can yoldaşıydı o, benim otuz yıllık dostum.. bir cüce çınarcıktı. Otuz yaşının üstünde bir metreyi geçemeyen boyu ile cılız mı cılız, lâkin toprağın bağrını yarmış denize doğru o beton ve taş cehennemini delerek kök salmış, bir halimselim çınarcıktı.

Sarıyer Belediye Başkanının buyruğuyla, Marmara Üniversitesi’nin gözü önünde öldürdüler.

Fransız Konsolosluğu sahil sarayının karşısındaki dirsekte bir karışcık boyunu uzatma cabasında iken ilk ezilişin acısını tattı. Orada çalışan işçilerden biri üstüne hoyratça bastı. Yeşil bir fidancığın ezilişindeki o yeşilimsi acı koku havaya karıştı; ezilen can kokusuydu. Hayata yeni gözlerini açmış bir fidanı kim candan sayar ki.

O bunu anladığında bin yara aşmış, bir hayli canı yanmıştı. Fakat bir şey daha öğrenmişti: Kökünü sağlamlaştırmak!

Köksüzlük çabuk ölüm, çabuk ölüm çabuk unutulmak, çabuk unutulmak hiç yaşamamaktı…

Köküne verdi gücünü.(...)

Bir hayli zaman göremedim. Gördüğümde kefeni iyice yırtmıştı. O bodur köse çınar yakışıklıca bir çınarcıktı. Onu bu duruma getirenin iyi yürekli bir çöpçü olduğunu öğrendim sonraları; kendiliğinden bu ölümlere direnen çınarcığı yaşatmayı görev edinmiş, on yıl boyunca korumuş, gözetmiş, bakmış, yaşatmış ve yeşertmiş.

Motorlu testere otuz yılı aşkın bir yaşama direncinin köküne domuz hırıltısında girivermiş; yaşatılsaydı belki insanları bağışlayacak, otuz yıllık eziyetlerini unutacak, ağaçların hoşgörüsüyle gölgesini kimseden esirgemeyecekti. Kimseye, kimseye, kimseye bir zararcığı yoktu. Kimseden bir yardım ummamış, beklememişti. Otuz yıllık ömrü bir sabır şaheseriydi ve sadece kendisinin malıydı; yaratılışı için şükretmek için yaşaması gerektiğini bilmekteydi. Onu kesmediler, yaz sıcağının küçük bir serinliğini öldürdüler!

Beş yüz yıl önce Fatih Sultan Mehmet Han: ‘Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim!” buyurmuştu. Beş yüz sene sonra onun bir belediye başkanı, otuz yılı aşkın bir direnme sadece kendi emeğiyle yeşillenmiş bir çınarcık için: Kesin! Kökünü kurutun!” buyurabiliyor ise?.. Söyler misiniz, biz, ilerlemenin neresindeyiz?.. Söyler misiniz? Veya söyleyebilir misiniz?”

***

Dokunaklı bir hikâye bu, sürekli tekrarlanan, daha geniş boyutlara ulaşan, katlanan.

Bir cinayet, cinnet, derin bir yaranın Usta bir yazardan aktarımı; Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun (1930-2006) Dünden Bugüne ve Yarına 1 kitabından, sf. 204-210. Kitap ilk olarak 1996 yılında yayınlanmış.

Tedbirsizlik yetersizliğimizle öne çıkan orman yangınları, yapılaşmaya açılan tarım arazileri, zeytinlik alanların madencilik faaliyetlerine açılması. Erozyon ve sel oluşumunda artış görülen HES lerin olduğu bölgeler, çevreye atılan çöpler, denizlerdeki atıklar, tabiatın kirletilmesi; hep örtbas edilmeye, türlü bahanelerle mazur gösterilmeye çalışılan, çarpık siyasetlerin amansız gölgesi vurmuş maskeli katliamlar değil mi?

Dünden Bugüne ne değişti ve nasıl yarınlar bizi bekliyor?

Bir soru da bize. Eskisi gibi, aynı hassasiyetle ağacı, çiçeği, kuşu, doğayı sahiplenen ne kadar yazarımız sanatçımız var?

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.