Hüzeyme Yeşim Koçak

Hüzeyme Yeşim Koçak

Kaliyolla’nın suçu ne

Kaliyolla’nın suçu ne

Kadınlarımız için göstermelik günler tertipliyor, onları parlatıp(!) duruyoruz ama gerçekler çok farklı. Harp zamanlarında da, barış(!) günlerinde de nice vahşet, ağır zulümler yaşanıyor.  Bu olguyu, karanlık bir dünyaya yol alışı göz ardı etmek mümkün değil.

Daha doğrusu gizli-açık hep rezil, içler acısı bir savaş hüküm sürüyor. Zayıf halka olarak görülen kadınlar ve çocuklar üzerinde mezalim daha kolay uygulanıyor.

Cinsel saldırı; aşağılamanın, tehdit, hakaret ve boyun eğdirmenin en belli başlı yollarından biri.

Geçmişteki elîm, iğrenç vakalara elbette üzülüyor, öfke duyuyoruz. Fakat günümüzde daha şeni, yöntemli sapkın fiiller icra ediliyor.

Kültür Tarihi Araştırmacısı Taner Ay, son Rusya-Ukrayna savaşı sırasında çocuk- yaşlı demeden toplu tecavüzlerden, Rus askerlerinin “..bir daha asla Ukraynalı çocuk doğuramayacaksınız” gibi korkunç hareket ve ifadelerinden söz ediyor. Babası meçhul, kaçırılan, satılan, evlatlık verilen çocuklar ise ayrı bir dram.

 Yine İkinci Dünya Savaşı sırasındaki, Berlin’e giren Kızıl Ordu askerlerinin, süreç boyunca cinsel mağduru olan, en az iki milyon Alman kız çocuğu ve kadınına değiniyor. Ayrıca Amerikan ve bölgedeki İngiliz askerlerinin saldırısına uğrayan yüzbinlerce kadın.(27 Nisan 2022, Karar)

Bosna Savaşındaki hadiseler de malûmunuzdur. Tüyler ürpertici sayılar… Neticede savaş mağduru kadınların dernek kurduğunu biliyoruz.

“Müslüman” etiketli militanların “cinsel köleleri”, konuyla ilgili verilen fetvalar da; gamı, yaralarımızı ağırlaştıran feci durumlardan.

Yazmanın zor geldiği, kalemin oynamak istemediği konular bunlar. Lâkin hep pembe dünyalarda gezinemeyiz. Başka sessiz çığlıklar, ciğerimizin yandığı, soykırım uygulanan kurbanlar da var tabii, Doğu Türkistan, Uygur Türkleri gibi…

Toplama kamplarında kalanlar anlatıyor. Analist Hüseyin Raşit Yılmaz’ın yazısından:

“67: tekrar tekrar sayıyordu ama bir türlü 67, 68 olmuyordu. Hâlbuki aklındaki yüzlerin sayısı çok daha fazlaydı. Ama bir türlü yüzlerle eşleştirmeyi becerebildiği isimlerin sayısı 67’yi geçemiyordu. 67’yi geçemedikçe acı dolu yüzleriyle ona “Sen başka ülke vatandaşısın. Belki buradan çıkabilirsin. Çıkarsan bizi unutma. Bize yapılanları dışardakilere anlat olur mu?” diyen kızlar geliyordu aklına. Meryem, Rabia, Fatma, Hürriyet… Hürriyet’le yalnız bir hafta aynı yerde kalmıştı. 27 yaşındaydı Hürriyet. Küçük bir kızı vardı. Çin’in “sakıncalı ülkeler” listesinde bulunan Türkiye’ye seyahat ettiği için kamptaydı. Sorguya götürdüler bir gün onu. Herkes sorguya gidenlerin başına neler geleceğini bilirdi. Geri getirildiğinde çığlık çığlığaydı. Ağır işkencelerden aklını yitirmişti Hürriyet. Çığlıkları sona ermeyince gece yarısı başına siyah bir torba geçirip götürdüler. Bir hafta sonra kalp hastalığı için doktora götürüldüğünde görmüştü onu en son Gülbahar hanım. Bir sedyenin üstündeydi, ölmüştü Hürriyet.

Yüzler, isimler… Arzuhan geldi aklına. O da 25 yaşındaydı. Ellerinden tavana asıldığını, zincirle vücudu paramparça olana kadar işkence ettiklerini anlatmıştı. Sonra sana da tecavüz ettiler mi demişti ona. Bu soruya bütün kadınlar hıçkırıklarla ağlayarak, konuşmadan cevap vermişlerdi Gülbahar ne zaman sorsa. Arzuhan’da öyle yaptı. 14 yaşından 80 yaşına kadar istisnasız bütün kadınların bildiği o kara oda geldi aklına. Kampın kamera olmayan ama yatak olan tek odası. Oraya ilk götürüldüğü anı hatırladı. İki Çinli polis kollarından tutmuş üçüncüsü saldırmıştı. Yer değiştirerek tecavüze devam etmişlerdi. Çığlıklarının arasında “Ben sizin anneniz yaşındayım. Anneniz, ablanız yok mu?” diye bağırmıştı 20’li yaşlardaki polislere. Polislerden biri “Sen hayvansın, pisliksin. Anne, abla olamazsın” demişti 4 çocuk annesi, 52 yaşındaki Gülbahar’a. O kara odaya kaç defa götürüldü sayısını hatırlamıyordu. Hatırlayamayacağı kadar çoktu tıpkı kendisine “bizi unutma” diyen kadınlar gibi. Gülzara geldi aklına: Uygur Özerk Bölgesi’nin Aksu şehrinden. Terziydi Gülzara, 36 yaşındaydı. Kara odaya her götürülüp getirildiğinde yüzü dağılmış, kanlar içinde gelirdi koğuşa.

İsimler, yüzler… En çokta o genç kadının ismini hatırlayamadığına üzülüyordu: Doğum yaptığı hastaneden doğrudan kampa getirilen, bebeğinin akıbetini bilmeyen, emziremediği için göğüslerinden akan sütü gözyaşlarına karışan o genç kadın. Sonra ona bir iğne yapmışlardı da sütü kesilmişti. On günde bir iğne olurlar, kanları alınırdı. Ayda iki defa da yuttuklarından emin olmak istedikleri haplar verirlerdi. Bunları niçin verdiklerini bilmiyordu. Bildiği şey: genç kadınlar adet görmezdi, ailelerini unutmamak için kendilerini zorladıklarında bile hatırlamak çok zor oluyordu. Günde bir bardak suyla ve Çinlilerin buharda pişirilen küçük ekmeğiyle nasıl hayatta kalabildiklerine şaşırıyordu.

Kampta bir süre kalan herkes gerçek yaşından çok daha yaşlıydı sanki, herkesin sağlığı çok bozuktu. Yaşlı kadınlar bayılıp 2-3 saat ayılmadıklarında sürüklenerek götürülüyor, çoğu zaman geri dönmüyorlardı. Onlara ne olduğunu biliyordu. Turuncu yelek giydirilip iğneyle öldürülenlere de şahit olmuştu ilk kaldığı yerde. Polisler “sana da turuncu yelek giydireceğiz” diyerek tehdit ederlerdi. Herkes bilirdi. Şimdi uçaktaydı, özgürdü: Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’den vatandaşı olduğu Kazakistan’a gidiyordu. Herkesi hatırlamak istiyordu, isimleri tekrar ediyordu ama 67, 68 olmuyordu.

70 yaşına gelmiş ama bu olanlara benzer şeyler ne görmüş ne de işitmişti Kaliyolla Tursun. Emekli devlet memuruydu. Uygur Özerk Bölgesi’nin Dörtbilcin ilçesinde sakin bir hayat sürüyordu. Emekli olduktan sonra insanların devlet kurumlarına göndermek istedikleri dilekçeleri yazmakla meşgul oluyordu. Karşısında gözü yaşlı oturan kadın Cuma Ağay’ın eşiydi. Cuma’yı tanırdı: köyünde hayvancılıkla uğraşan kendi halinde biriydi, üç çocuğu vardı. Şimdi babasız kalan üç çocuk. Pek çoklarının başına gelen onun da başına gelmiş, kampa götürmüşler Cuma’yı. Bir süre sonra: ölüm haberini vermişler ailesine. Sadece haberini ama. Cenazesini vermemişler. İşte bu Cuma Ağay’ın eşi Reyhan, gözü yaşlı karşısındaydı şimdi. Durumunu anlatan bir dilekçe yazmasını istiyordu Pekin’deki yetkili kurumlara. Yazdı da Cuma’nın durumunu bir dilekçeyle. Bir dilekçe de kendi adına yazdı Pekin’e: genel durumu anlatan. Devletine her zaman bağlı, uyumlu bir vatandaştı Kaliyolla Tursun. Elbette devletine soracaktı: neler oluyor diye. O da öyle yaptı.

10 Mart’ta yazmıştı dilekçeleri. 14 Mart’ta kapılarında polisler belirdi. Kaliyolla’yı götürdü polisler, ertesi gün de iki çocuğunu ve eşini aldılar. Yan yana 3 sorgu odasında: 70 yaşındaki Kaliyolla, eşi ve çocukları. Kaliyolla’nın işkence odasında yankılanan bağırışlarını duydular. Sonra sesi kesildi; bayılmıştı. Kaliyolla’nın eşi de işkenceden bayılıp ayılmayınca hastaneye götürüldü. Hastaneden sonra da kampa. 11 ay kampta kaldıktan sonra bırakıldı Kaliyolla’nın eşi ve çocukları. Artık ev hapsindeydiler. O zaman öğrendiler Kaliyolla’nın 20 yıl hapis cezasına mahkûm edildiğini. Ailesi Kaliyolla’yı ilk ziyaret edebildiklerinde onu elleri ve ayakları zincirlenmiş ve hayli çökmüş gördüler. Yanında iki polis duruyordu, sarılmak ve ağlamak kesinlikle yasaktı. Bin bir güçlükle gerçekleşen ikinci ziyarette ise ellerindeki ve ayaklarındaki kelepçeler çıkarılmıştı Kaliyolla’nın: bilinci yerinde değildi, felç olmuştu. Kaliyolla’nın müzisyen bir oğlu vardı Çin’in dışında. O da ailesiyle iletişimi birden kesilen ve sosyal medyada “ailem nerede” diye sesini yükseltmeye başlayan on binlerce insandan biriydi. Annesine ve kardeşlerine artık klasik hale gelen propaganda videolarından birini çekmeleri için yaptıkları baskıyı arttırmıştı Çinli polisler. Bir video: “Devletimiz bize çok iyi davranıyor. Çok mutluyuz. Oğlumuz yalan söylüyor.” Dedikleri bir video. Çekmediler videoyu. Ailelerinin özgür olan tek üyesinin sesinin çıkmasını yaşama şansları olarak gördükleri için. Son konuşmada öyle demişti annesi oğluna: Bizim kaderimiz senin elinde, sakın vazgeçme! 18 Ağustos 2020’de kayboldular. Belki kamplara, belki hapishaneye götürüldüler. Belki de başka bir şey.

70’ini geçmiş, devletine bağlı, uyumlu bir vatandaştı Kaliyolla Tursun. Ve bu yaşına kadar böyle bir şey ne görmüştü ne de işitmişti. Çin’in dışındaki oğlu çok sonra duydu öldüğünü. Tam olarak ne zaman, nasıl öğrenemedi. Yakınlarına teslim etmemişlerdi Kaliyolla’nın cansız bedenini. Bir tek bunu öğrenebildi oğlu.” (15.04. 2022, Karar)

Sözün bittiği yer…..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
Hüzeyme Yeşim Koçak Arşivi
SON YAZILAR