Necip Fazıl'ın Tasavvufa Yönelişi

Necip Fazıl'ın Tasavvufa Yönelişi

NECİP FAZIL’IN İRFAN ANLAYIŞI -II

NECİP FAZIL’IN İRFAN ANLAYIŞI -II

Necip Fazıl'ın Tasavvufa Yönelişi

Necip Fazıl, 1904 yılında Çemberlitaş'ta 20 odalı bir konakta dünyaya gelmiştir. Birçok uşak, dadı, hizmetçi ve aşçıların olduğu bu konakta çocukluğunu, emekli mahkeme reisi olan büyük babası Hilmi Efendi'nin yanıbaşında geçirmiştir. İlk ve orta öğrenimini Fransız ve Amerikan Kolejleri ile Bahriye Mektebinde tamamlamıştır. Lise öğrenimi esnasında Yahya Kemal Beyatlı, İbrahim Akşi ve Ahmet Hamdi Akseki gibi ünlü isimlerden ders almıştır. 1924’te Maarif Vekaletinin açtığı sınavı kazanarak Sorbonne Universitesi felsefe bölümünde okumak üzere Fransa'ya gitmiştir. Pariste kaldığı bu süre içerisinde İslami değerlerden ve manadan uzak maddi bir yaşam sürer.

l. dönem şiirleri çerçevesinde yer alan otuz yaşına kadar kaleme aldığı şiirlerinde kördüğüm olmuş bohem hayatının izleri görülür.

Sevgilime kul oldum,

Güzelliği seçeli.

Varlıkta yoksul oldum,

Benliğimden geceli.

Mısralarında da anlaşılacağı gibi şiirin, fikrin, bilginin üstünde bir alemden işaretler aldığını ancak onları tekrar bulamadığını ifade eder. Bu hayat sürecinde üstad; derin bir bunalma, ruh sıkışması, kendinden kaçma ve kendini unutmaya çalışma haline girdiğini belirtir.

Hakikatten habersiz bohem bir yaşantı içinde debelenirken nihayet 1934 yılında “ sonsuzluk planının irşat kutbu” diyerek tasvir ettiği Abdülhakim Arvasi'yle tanışır ve onun için artık hakikat kapısı aralanır. Necip Fazıl, Arvasi'yi tanımadan önce geçen hayatını “Tam Otuz Yıl” adlı şiirinde:

“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum,

Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.”

Şeklinde nitelendirir.

Üstad'ın Arvasi ile tanışmasıyla hayatında büyük değişimler meydana gelir. Onunla her görüştüğünde manevi hayata daha fazla yönelir, gönül dünyasında yaşadığı karmaşıklık hali yerini sakinliğe bırakır. Bu da zamanla onun fikir, sanat ve ruh dünyasını etkilemeye başlar. Eserlerinde tasavvufa yakınlaştığı ve bir arayış içine girdiği görülür.

Anladım işi sanat Allah'ı aramakmış;

Marifet bu gerisi çelik çomak mış...

Dizilerinden de anlaşılacağı gibi varoluşsal sorgulamalara girer ve bu zamanla “Allah’ı Aramak” davası çerçevesinde sekillenir. Üstad'ın bu yaklaşım ve sorgulamaları İslam tefekkür ve tasavvufu açısından önemli bir yere sahiptir. Necip Fazıl'ın irfan yolculuğuna çıkışı yukarıda anlatilan olayla başlar desek yanlış olmasa gerekir. Arvasi ile başlayan irfana ulaşma çabasını bir ömür boyu sürdürecek, bunu geniş halk kitlelerine de yaşatma çabasında olacaktır.

Tanzimatla Değişen İstikamet, Garb ve İrfan

Batı uygarlığı materyalisttir. Yani ufkunu maddeyle sınırlandırmıştır. Komünizm kurucusu ünlü materyalist Karl Marks insanlara dusincelerini dahi maddenin verdiğini savunur. Kısacası kişisel ve toplumsal münasebetlerin tek tayin edici unsuru madde ve maddi menfaat tır. Böyle toplumlarda da irfanı aramak pek mümkün olmayacaktır. Arvasi’yle tanismasiyla maddeden manaya hızlı bir şekilde intikal eden üstad bu durumu şöyle açıklar: “Maddeci görüşün içine giremeyeceği, tesviye edemeyeceği, imtiyazlarını kaldıramayacağı tek saha irfan bölgesidir. Zira karşısında ezeli ve ebedi hilkat maniasi, yaratılış iradesi vardır.

Batı uygarlığı uzun yıllardır geliştirdiği sömüru biçimleriyle dünya üzerinde her bakımdan hegemonya kurmustur. Batı uygarlığının coğrafi ve fikri sömüru üzerinden ürettiği isgal son yüzyıl içinde, dünyayı tam bir çıkmaza sokmuştur. İnsanlığı ardı arkası kesilmeyen işgallerin, katliamların, yıkımların esigine suruklemekten başka birsey sunmamıştır, tespiti de oldukça doğrudur.

Osmanlı Devletinin Tanzimatla kadar süren döneminde ilim-irfan sahibi olmak isteyenler Bağdat, Şam gibi ilim merkezlerine giderlerdi. Fakat Tanzimatla beraber İstikamet değişti ve yeni merkezler Paris başta olmak üzere önde gelen Avrupa şehirleri oldu. Devletin entelektüel kesiminin bir kısmı Batıda tahsillerini tamamlayarak ülkelerini her yönden kalkindiracaklarina inanıyorlardı. Gelenekçi kesim halk ise, Batıdan yalnız ilmin değil kültürünün ve ahlakının da getirileceğini ve bu durumun ülkelerini zor şartlar altında bırakacağını sezmişti. Üstad, Tanzimat Dönemi' inde modernleşme adı altında Türk irfanının geldiği noktayı su sözlerle anlatır: “ Türk irfanı, tam bir ihya zeminine oturtulması gereken şarkı yuzustu bırakmak; Batıyı da duymadan anlamadan devedekulak örneklerle sadece paşa rütbeli şu veya bu şahsın münferit merak, tecessüs zevk ve tecrübesine bırakılmaktan ibaret kaldı.

Tam bu noktada insanlığın kurtuluşu için müslümanlar biraraya gelme yolunu bulmalıdırlar. Başka medeniyetlere hem hayat hakkı tanıyan hemde başka medeniyetlerden beslenebildigi kadar beslenilmesini mümkün kılan ruhu kazandırmasıdır.

Kısacası irfana erme yolu be yalnız Batının alimliğiyle ne de yalnız Doğunun arifligiyle olur. İfadelerimi son olarak Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu adlı eserinde geçen şu sözüyle noktalamak isterim: “Batının bütün eserini sıfıra indirici ruh, asl olarak Doğuda, ahiretin tarlası olan dünya fethine memur akıl da Batıda...

Bu iki kutbu birleştirip bir ark lambası parlayışına vücut vermeden yaşanmaya değer hayatın sırrı ele geçirilemeyecektir. (Kısakürek; 178)

Hediye KINIK

Dr. Ali Rıza Bahadır K.A.İ.H.L

 

 

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.